Haldun Solmaztürk
Bir yıl sonra-I: "Cevaplardan çok sorular var"
E. Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, halktv.com.tr'de yazı dizine başlıyor. Solmaztürk'ün ilk yazısını okurlarımıza takdim ediyoruz.
Bir Yıl Sonra-I
‘Cevaplardan Çok Sorular Var’
Bir yıl geçti, ama hala cevaplardan çok sorular var.
Soruların bir kısmı kamuoyunca biliniyor ve tartışılıyor. Örneğin, vahim bir stratejik yönetim ve istihbarat zafiyeti olduğu, rapor verme ve bilgilendirmede açık ve ağır ihmaller olduğu üzerinde tam bir fikir birliği olmasına rağmen, asli sorumluların tümünün niçin ısrarla, hala, görevde tutuldukları..
Akın Öztürk’ün iki yıl hava kuvvetleri komutanlığı yaptıktan sonra, herkes gibi emekli edilmek yerine, hangi akla hizmetle ‘Yüksek Askeri Şura üyesi’ olarak, sanki rahatça ‘darbe planlaması ve hazırlıkları’ yapması için karargahta ve boşta tutulduğu..
Veya Türk Silahlı Kuvvetleri komuta heyetinin neredeyse yarısının, nasıl olup da (bizim bildiğimiz ordudaki) yerleşmiş usul ve teamüllere aykırı bir şekilde aynı anda Ankara dışında ve ‘düğünlerde’ oldukları..
Veya 15 Temmuz Cuma günü sona ermesi gereken Özel Kuvvetler Kursunun niçin bir gün önceye alındığı ve MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanının, 14 Temmuz 2016 Perşembe günü saatlerce başbaşa neleri konuştukları..
Olağandışı gelişmeler ve güvenilir istihbarata rağmen, ‘Genel alarm’ emri verilip tüm personelin kışla ve karargahlarda tutulması gerekirken, niçin hafta sonu tatili için evlerine gönderildikleri, gibi..
Sadece Türkiye değil, bütün dünya, darbe girişimi ihtimali bir yana, darbenin fiilen başladığını bile ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, kuvvet komutanlarının, ancak başladıktan saatler sonra, televizyonlardan veya eşten-dosttan öğrenmesini konuşuyor.. Ülkenin başbakanı bile “MİT Müsteşarına, Genelkurmay Başkanımıza ‘Neden önceden haber vermediniz’ diye sordum, tatmin edici cevap alamadım” diyor.
En üst düzey komutanların darbeden, ancak derdest edilip yere yatırıldıklarında haberdar olmaları gerçeği devasa bir muamma olarak hala karşımızda duruyor. Ama, bu sorulara cevap verebilecek kişiler siyasi ‘irade’ tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi FETÖ/PDY Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’ndan (resmi adı daha uzun) kaçırılıyorlar, sırlarını ‘mezara götürmek’ üzere.. Aynı, Mayıs 2007’deki Dolmabahçe görüşmesinde konuşulanlar gibi...
Yine de, komisyona ifade veren veya zahmet edip gelmeyen ama suya sabuna dokunmayan yazılı cevaplar gönderen askerlerin beyanlarında önemli ipuçları var. Bu anlamda, söylemedikleri, tepkileri söylediklerinden daha önemli..
Darbenin, uzun zamandır süregelen karmaşık ve büyük bir savaşın sadece bir parçası, bir ‘muharebe’ olduğunu ve bu savaşın başka muharebe ‘meydanlarında’ hala devam ettiğini herkes görüyor. Ama ‘aynı menzile farklı yollardan yürüyen’ müttefiklerin nasıl olup da çatışma noktasına geldikleri sorusu da orta yerde duruyor. Bir taraf “Ben onlara ihanet etmedim, onlar bana ihanet etti” diyerek savaşın ‘kişisel’ boyutunu, safiyane, itiraf ediyor. Ama en büyük zararı, kurum olarak Türk ordusu yaşıyor. Ordu, 1912-1913 Balkan Harplerinden beri yaşanan en büyük felaketle karşı karşıya...
Komisyonda askerlere sorulan sorular içinde öne çıkan—ve bu yazı dizisinin konusu olan—ana soru şu: “Askeri okullardaki Fethullah Gülen yapılanmasının—sızma dedikleri—ileride yaratacağı sıkıntılarla ilgili hiç mi çalışma yapılmadı, hiç mi bilgi yoktu, TSK herşeyden önce kurum olarak, kendini korumak için, Cemaatçi yapılanmayı kırmak için, neler yaptı, yapmadıysa niçin yapmadı veya yapamadı?”
TSK’da en üst düzeyde görev yapmış askerlerin verdikleri—ve vermedikleri—cevaplarda şunlar dikkati çekiyor:
Hepsi, anlaşılır nedenlerle, son derece gergin, sinirli, tepkili.. Komisyondaki ortam da zaten çok gergin, sıklıkla uzun ve sert münakaşalar oluyor.
Askerler, sanki bakanlar kurulu kararıyla bir bakanlığa birkaç yıllığına ‘müsteşar’ olarak atanmışlar gibi, orduda sadece genelkurmay başkanlığı yapmışlar, ne onun öncesini, ne de sonrasını bilmiyorlarmış, kırk yılı aşkın süre Türk ordusunda değil de dışarıda görev yapmışlar, hatta Türkiye’de değil de NASA’nın yörüngedeki Uluslararası Uzay Üssünde yaşamışlar gibi konuşuyorlar.
Hilmi Özkök, Cemaat örgütlenmesini “İlk kez 2000 yılında, Kara Kuvvetleri Komutanı olduğunda” öğrenmiş.
Yaşar Büyükanıt, rahatsız olduğu için Komisyon çalışmalarına katkıda bulunamıyor.
İlker Başbuğ, 2007’den sonra “siyasi iktidarın, Fethullah Gülen cemaatiyle tam ittifak haline girdiğini, beraber hareket ettiğini, Silahlı Kuvvetlere karşı yürütülen komplolara da tam destek verdiğini” söylüyor. Ama “Emniyette, yargıda, askeriyede var, ama askeriyedeki resmi hiç göremedik. Ne zaman? Ben 2010 otuz Ağustos’a kadar göremedim” diyor. Yani 47 yıl üniforma giymiş ve Genelkurmay Başkanlığına kadar gelmiş bir asker, emekli olduğu güne kadar Cemaat örgütlenmesinin farkında değilmiş.. O gün fark etmiş...
“Ben, örgütün eylemlerinin bir suç olarak telakki edilmediği dönemde görevdeydim”, diyenler var. “Örgüt o zaman faaliyetlerinden dolayı suç işlemiyordu, çünkü suç değildi yaptıkları işler yasal olarak” diyor Işık Koşaner. “Cemaatçi yapılanmanın nasıl kendini gizlediğini, bakın, yıllar sonra görüyoruz. En yüksek makamların bile burnunun dibine kadar girmişler, haberimiz yok. Kolay iş değil. Tabii ki dikkat edildi, araştırıldı ama çok zor, zor olduğunu da bugün görmüş olduk. Zor, kolay bir iş değil” diye devam ediyor.
Ama niçin ‘zor’ olduğunu—yani Cemaatin projesi karşısında nasıl olup da başarısız kalındığını—ikna edici bir şekilde açıklamıyor, belki de açıklayamıyor.. Dürüstçe “Maalesef bu bizim ayıbımız, ama bu oldu, maalesef oldu. Hepimiz için bir utanç vesilesidir. Bu, bilerek yapılan bir iş değil, Çaresi bulunamamıştır.” diyor, ama ana soru hala cevapsız...
Necdet Özel’in duruşu ve görüşü herkesçe malum...
Hulusi Akar “Bu örgütle mücadele için herhangi bir girişiminiz oldu mu?” sorusuna “Devletimizin bir süredir FETÖ/PDY ile yürüttüğü mücadele, bizim de kurumsal olarak azami dikkat ve hassasiyetle içinde yer aldığımız br mücadeledir” gibi yuvarlak, hiçbir anlama gelmeyen bir cevap veriyor, soru yine havada kalıyor.
Büyük resmi ve bu büyük resmi oluşturan büyük küçük binlerce parçayı ve bu parçalar arasındaki ilişkileri ya inkar ediyorlar, ya da gerçekten farkında değiller.. Ama ağaçlara bakarken—ve anlatmaya çalışırken—ormanda kayboldukları çok açık.. Koşaner, ‘iç güvenlik harekatıyla’ ilgili yaptığı kapalı toplantının gizlice kayda alınıp servis edilmesinin sorulmasına, Başbuğ da ‘Dolmabahçe’ sorusuna “Darbe teşebbüsüyle ne alakası var” diye tepki gösteriyorlar. (Bu arada, Başbuğ’un Brüksel’deki askeri temsilcilikte yaptığı kapalı toplantıyı da kayda almışlardı.)
‘Kışla hudutları dışında’ görev yapacak istihbarat teşkilatımız, kanuni yetkimiz, MİT’ten ve Emniyet’ten kesin bilgi gelmeden yapabileceğimiz bir şey yoktu—yani, bazı şeyleri hissediyorduk, ama büyüklüğünün ve vahametinin farkına varamadık—diyorlar.
Komisyondaki “O dönemde, zaten (MİT’e veya Emniyet’e) ‘Fethullahçı mı?’ diye sorulmuyordu, malumunuz öyle bir şey söz konusu değil. ..öyle şey kesinlikle söz konusu değil. Olmadığı gibi, (böyle bir istihbarat) gelmedi de tabii, öyle bir şey gelmez. Öyle bir şey yok.” türü beyanlar, TSK’da, en üst düzeydeki ruh halini ve ‘öğrenilmiş çaresizlik’ duygusunu çarpıcı olarak yansıtıyor.
Ve, yine hepsinde, anlaşılır ve insani nedenlerle, bir kişisel, yer yer de kurumsal savunma refleksi dikkat çekiyor.. “Bunları herkes biliyordu, basın yazıyordu, herkes tarafından bilinen bir gerçekti” diyorlar. ‘Yoğun bir karalama kampanyası vardı, yargıya müdahale ediyorlar’ algısı yaratmamaya özen gösterdik diyorlar.. Sanki Fethullah Gülen ‘yargısının’, yürütmenin tam desteğiyle, ne maksatla, neler yaptığını bilmiyorlarmış gibi...
Ve, hepsi de, farklı tonlamalarla ve farklı kelime seçimleriyle de olsa topu ‘siyasi’ iktidara atıyorlar. Hilmi Özkök, 2004 yılında, Milli Güvenlik Kurulu’nda “Bu örgüt çok büyük bir imkan ve kabiliyete kavuştu. İmkan, kabiliyet yıllar içinde oluşur, ama niyet bir gecede değişir” demiş. 2006’da emekli olana kadar hükümetin bir şey yaptığını görmemiş.
Koşaner, “Tedirgindik, takip ediyorduk, ama yapılacak bir şey de yok idi”, “Yetkili makamlar, Yüksek Askeri Şura kararlarına şerh koymaya ve böyle şahısların TSK dışına çıkarılmasını önlemeye başladılar”, “yargıya müdahale safhasına girmemek kaydıyla yetkili makamlarımıza ancak açıklamak, söylemek durumundaydık”, “Hükümete söyleriz, takdir kendilerinindir” diyor—ve 2011 yılında istifa ediyor.
Sonrasında göreve gelenler de, söylem, tutum ve eylemleriyle aynı anlayışı sürdürüyorlar: “Geç fark ettik, yine de boyutlarını tam kavrayamadık, siyasi iktidara söyledik, kulaklarının üstüne yattılar, bizim yapabileceğimiz başkaca bir şey yoktu, hele darbe gibi bir teşebbüsü hiç beklemiyorduk” diyorlar...
Ama kazın ayağı öyle değil..
Devam edecek..
Haldun Solmaztürk / 15 Temmuz 2017