Alerjisi İnsan Olan Ana Akım İktisat

Alerjisi İnsan Olan Ana Akım İktisat
Dr. Altar Kaplan'ın son yazısı: Alerjisi İnsan Olan Ana Akım İktisat

ALERJİSİ İNSAN OLAN ANA AKIM İKTİSAT

“Eğer Tanrı kendini Hindistan halkına gösterecekse

en iyisi ekmek formunda zuhur etmesidir”

Mahatma Gandhi

Osmanlı’nın son dönem Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin nüktedan bir şekilde dile getirdiği “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” sözünün günümüz iktisadi literatüründeki izdüşümü muhtemelen “İnsanlar olmasa ekonomi ne güzel işlerdi” şeklinde olurdu.

Ekonomi sözcüğü, Yunanca “oikos” (ev) ve “nomos” (kural ya da yasa) anlamına gelen iki ayrı sözcüğün birleşiminden oluşan “oikonomia” kelimesinden gelse de iktisatçılar uzun süre evde ne olup bittiğiyle hiç ilgilenmediler. Çocuk, kadın, yaşlıyı göz ardı ederek yetişkin erkek temelli, başka bir ifadeyle “eril” bir ekonomi anlayışı yarattılar.

Çünkü Adam Smith’in ekonomi politiğini oluşturduğu 1770’li yıllarda entelektüel dünya, bir asır önce yaşamış İngiliz fizikçi Isaac Newton’un bilimsel yönteminin rehberliğinde yolunu bulmaya çalışıyordu. Newton’un yöntemi kabaca şöyle özetlenebilir: “Bir şeyi anlamıyorsan onu parçalarına ayır, hala anlamıyorsan daha küçük parçalara ayır. Nihayetinde bölünemez en küçük parçaya, yani atoma ulaşacaksın. Onu anlarsan, her şeyi anlarsın. Bütün değişse de temel parçacık değişmez.”

Bu düşünce, doğadaki mekanizmalar gibi toplumsal sistemlerin de bir mekanizması olması gerektiği fikrini doğurdu. Smith, Newton fiziğinin bir yansıması olarak, iktisadın merkezine insanı, daha doğrusu “erkeği” koyarak ekonomi politiğini inşa etti. Yerçekiminin evrendeki işlevine benzer bir şekilde, toplumsal sistemde de bir güç bulunuyordu “eril” kişisel çıkar. Bu nedenle, “erkeksi” olarak adlandırdığımız tüm özellikler, iktisadi davranışı tanımlayan unsurlar olarak kabul edildi; mesafeli, rasyonel ve objektif...

İktisadi düşüncenin kurucu babası Adam Smith ve onu takip eden klasik iktisatçılar, geliştirdikleri “Arz Talep Dengesi,” “Doğal Fiyat,” “Laissez-Faire,” “Emek Değer Teorisi,” “Mutlak ve Mukayeseli Üstünlük” gibi kavramlarla, ekonomi için en doğru yolun serbest piyasa olduğunu savundular. Gümrük duvarlarının kaldırılması ve piyasanın serbest rekabete bırakılması durumunda, insanların bitmek bilmeyen kişisel çıkar dürtüsüyle hareket edeceğini ve bu sayede “görünmez el” mekanizmasının devreye girerek ekonominin kusursuz bir şekilde işleyeceğini öne sürdüler. Herkes kendi çıkarı için çalıştığında, toplum en uygun maliyetlerle ihtiyaç duyduğu ürün ve hizmetlere erişecek, böylece insanlar ekonominin temel sorusu olan “Akşam yemeğinde ne yiyeceğiz?” sorusunu dert etmeyeceklerdi.

Zamanla piyasa ekonomisi, daha anlaşılır bir ifadeyle kapitalizm, dünyayı tek bir çatı altında toplama konusunda hiçbir dünya dininin başaramadığını başardı; insanı “homo economicus” olarak tanımlayarak, tüm insanlığı “piyasa” adı verilen tek bir cemaat altında birleştirdi.

Bu anlatıda, “Homo economicus” olarak tanımlanan insan, çıkarını maksimize etmek için karşılaştığı her durumu ve engeli kendi lehine kullanarak ilerleyen bir figür olarak betimlenir. Bu, evrensel bir karakterdir ve modern insanı simgeler. Rasyonel, sağduyulu hareket eder ve zorunlu olmadığı sürece hiçbir şeyi yapmaz; yaptığı her şey ya zevk almak ya da acıdan kaçınmak içindir. Elde edebileceği her şeyi elde eder, kazanmak ve üstün gelmek için her türlü yönteme başvurur ve önündeki engelleri ortadan kaldırır. Siyasal iktisadın yeni çağa taşımak istediği insan modeli de tam olarak buydu. 1800’lerin iktisatçıları, “İnsan doğası budur,” diyorlardı. Ceteris paribus—Latince: “Diğer tüm koşullar sabitken”—prensibiyle, insanı Robinson Crusoe gibi toplumdan soyutlayarak, birey için iyi olanın ekonomi için, ekonomi için iyi olanın ise toplum için de iyi olacağını savundular. Dünya, bireylerin özgür seçimlerinin gayrişahsi bir toplamıydı. Bu yaklaşımla, fizikçiler madde ve enerjinin yasalarını formüle ederken, iktisatçılar da toplumun yasalarını formüle etmiş oldular.

Ekonomiyle ilişkimiz, maddi olandan maddi olmayana doğru evrilerek giderek Tanrı ile ilişkimize benzemeye başladı. Mutlak ve değişmeyen kurallar bütünü, tıpkı Tanrı’nın mutlak emir ve yasakları gibi bir yapı ortaya çıktı. Sosyo-kültürel bir tasarım olarak kurgulanmış şirketler, haneler ve piyasa, “Homo economicus” yani iktisadi birey olabilsin diye dışarıda bırakılan her şeyin üzerine inşa edildi. Din için olduğu gibi ekonomi için de başlangıçta inanç vardı; zamanla bu inancın etrafında ibadetler şekillendi.

Örneğin ev işlerini idare eden bir kadının yaptığı işler, ülke ekonomisine dahil edilmez. Onun yaptığı, “iş” olarak kabul edilmez. Ekonomik istatistiklerde yer almaz. Bir ülkenin toplam ekonomik aktivitesini gösteren GSMH’de hesaba katılmaz. Yaptığı iş, ekonomi için önemli sayılmaz ya da büyüme için dikkate alınmaz. Yemek hazırlamak, dikiş yapmak, evi süpürmek, kirli çamaşırları yıkamak, giysileri ütülemek, yerleri silmek, yatağı toplamak, çocukları uyutmak. ya da “Milletlerin Zenginliği”ni yazabilsin diye Adam Smith’in bakımını üstlenmek işten sayılmaz. İktisadın standart modellerinde, bunlara “üretici emek” gözüyle bakılmaz. Ekonomik modellere göre bu kadın üretken değil, çalışmıyor ve ekonomik olarak aktif değil. Ekonominin sadece bir “görünmez el”le değil, aynı zamanda bir “görünmez kalp”le de inşa edildiği gerçeği görmezden gelinmekte.

Zamanla “ekonomi”ye atıfta bulunmak, “rasyonalite”ye atıfta bulunmakla eş anlamlı hale geldi. Almak, satmak ve rekabet etmek, toplumun tanımlayıcı unsurları olarak kabul edilmeye başlandı. Siyasetin, hukukun, aşkın ve hatta varoluşun bu çerçevede analiz edilebileceği iddia edildi. Her ticari faaliyetin içinden bize seslenen bir ses vardı; bu ses, bu faaliyetlerin kişisel kâr, rekabet, asgari maliyet ve azami tatmin idealleriyle ne kadar örtüştüğünü vurguluyordu. Oscar Wilde, “Her şeyin fiyatını biliyoruz ama hiçbir şeyin değerini bilmiyoruz,” diye yazmıştı. Değerin taleple ölçüldüğünü ona kimse anlatmamıştı. Piyasayı tanımlamak için insani bir dil kullanılırken, insanı tanımlamak için ise giderek daha fazla piyasanın dili kullanılmaya başlandı. Ekonomi biz olduk, biz de ekonomi.

Sorun şu ki, iktisat, fizikten çok farklı bir bilim dalıydı. Ekonomi için enerji ve maddenin yasaları gibi değişmez yasalar formüle edilemezdi. Fizikte, aynı deneyi defalarca tekrarladığınızda her seferinde aynı sonuca ulaşırsınız; elmayı elinizden bıraktığınızda her defasında yere düşer, bir taşı havaya fırlattığınızda tekrar aşağı iner, suyu kaynama noktasına getirdiğinizde her zaman buharlaşır, bir mıknatısın kuzey kutbu, diğer mıknatısın güney kutbunu çeker, aynı kutuplar ise birbirini iter. Ancak iktisatta durum böyle değildir, çünkü insan elma değildir. İnsan davranışları öngörülemez, dinamik ve değişkendir; bu da ekonomik olayların her zaman aynı sonuçları vermemesine yol açar.

Eskiden bazı iktisatçılar ve yakın dönemde" Davranışsal İktisat "gibi ekoller bu durumun farkına varmış olsalar da, özellikle akademisyen ve bürokratlardan oluşan iktisatçıların kahir ekseriyeti, bu bakış açısını sürdürerek iktisadın standart modellerini kurmaya devam etti. İnsan davranışlarının değişkenliği ve öngörülemezliğine rağmen, iktisat, fiziksel bilimler gibi kesin ve evrensel yasalarla yönetilen bir alan olarak ele alınmaya çalışıldı.

Newton’dan iki asır sonra Albert Einstein, o güne kadar evrenin işleyişini açıklamada temel alınan Newton’un, tüm cisimlerin birbirine kütleleriyle orantılı olarak çekim uyguladığını öne süren yerçekimi teorisinin özellikle büyük kütleler ve çok yüksek hızlar söz konusu olduğunda yetersiz kaldığını; kütleçekiminin yalnızca iki kütle arasındaki kuvvetten ibaret olmadığını, kütlelerin uzay-zaman dokusunu bükerek kütleçekimini oluşturduğunu “Genel görelilik teorisi”yle ispatlarken günlüğüne, “Üzgünüm ama yanılıyorsun Bay Newton,” yazmıştı.

Einstein’ın çağdaşı Werner Heisenberg ise, “Atomun hem konumunu hem hızını aynı anda ölçemezsiniz” ifadesiyle özetlenebilecek “Belirsizlik İlkesi”yle bir parçacığın konumunu ve momentumunu (hızını) aynı anda kesin bir doğrulukla ölçmenin imkânsız olduğunu ortaya koydu. Bu kurama göre, bir parçacığın konumu ne kadar kesin olarak belirlenirse, hızı o kadar belirsiz olur ve aynı şekilde, hızı ne kadar kesin olarak ölçülürse, konumu o kadar belirsiz hale gelir.

Fizik kuramları, özellikle bu iki başat kuram aracılığıyla 21. yüzyılın başlarında köklü değişimlere uğramış olsa da, iktisat teorisi bu değişimi takip etmedi ve bir din gibi dogmatik kalmayı sürdürdü. Günlüklerine “Üzgünüm ama yanılıyorsun Bay Smith,” diyen iktisatçıların sesleri ise cılız ve etkisiz kaldı.

Günümüzde, iktisadın standart modellerinin insan hakkındaki varsayımlarının yanlış olduğunu biliyoruz. “Homo economicus” diye bir varlık yok – en azından gerçek dünyada. Ancak buna rağmen, hala bu varsayıma sadık kalıyoruz.

Bu yazıyı, izleğinde yazdığım Katrine Marçal’ın “Adam Smith’in Yemeğini Pişiren Kimdi?” isimli kitabında örneklediği şekilde: 1979 yılında İsrailli iki araştırmacı, 2002 yılında Nobel ekonomi ödülünü alan Daniel Kahneman ve Amos Tversky, iktisatçıların iddialarının aksine, kararlarımızın hiç de objektif ve rasyonel olmadığını gösterdiler. Kahneman ve Tversky, insanların kâr maksimize etmekten çok, risklerden kaçınmaya çalıştıklarını ortaya koydular. Çoğu kez, sorunun nasıl tarif edildiğine bağlı olarak tamamen farklı sonuçlara ulaşıyorduk. İktisadi bireyin dünyasının aksine, bağlamların önemi vardı. Tercihlerimiz de sabit değildi, nasıl ölçüldüğüne bağlı olarak değişiyordu. Bir şeye sahip olduğumuzda, onu otomatik olarak daha değerli buluyorduk. Kaybettiğimizde hissettiğimiz acı, kazandığımızda duyduğumuz sevinçten çok daha fazlaydı. Genellikle, bir çıkarımız olmasa da, mevcut durumun olduğu gibi kalmasını tercih ediyorduk. Her şeyden önce, çoğu durumda, başkalarının refahını kendi refahımızın önüne koyuyorduk; bundan kaybımız olsa bile.

Ne kadar eleştiri yapılırsa yapılsın, rasyonalitenin iktisatla eşanlamlı hale gelmesi ve hayatımızda giderek daha fazla yer kaplaması engellenemiyor. Cari iktisadi modellerin dünya ekonomisini defalarca çökertmiş olması ve ekonomik krizleri tahmin etmede sürekli yanılmamız sanki hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi. Buna rağmen, hâlâ bu modellerden vazgeçmiyoruz. Uydurma bir kavramdan yola çıkarak teoriler oluşturuyor ve “ekonominin doğrusu bu” diyerek ısrarla savunuyoruz.

Ve her soruna hazır reçetemiz birkaç cümleden ibaret: “Kamu harcamalarının azaltılması, gelirlerin artırılması, para arzının daraltılması ve ticaret engellerinin kaldırılması, sıkı maliye ve para politikalarıyla fazla talebin kısılması.” Bu reçetenin sonucunda ortaya çıkan gerçeklerse şunlar:

TÜİK’in 2023 verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim toplam gelirin neredeyse yarısını alırken, en yoksul yüzde 20’lik kesim ise bu pastadan sadece yüzde 6-7 oranında pay alabilmekte.

2023 yılı itibarıyla genç işsizlik oranı yüzde 22,5 civarında. Bu da her beş gençten birinin işsiz olduğu anlamına geliyor. Daha da dramatik olan, genç kadın işsizlik oranının yüzde 30’u aşmış olması. 2023 yılında Türkiye’de asgari ücretle çalışanların yaklaşık yüzde 43’ü, yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Türkiye’deki toplam servetin yüzde 50’sinden fazlası, en zengin yüzde 1’lik kesimin elinde bulunuyor. Bu, nüfusun geri kalan yüzde 99’unun, toplam servetin yarısından daha azına sahip olduğunu gösteriyor.

Çalışanların GSMH’den aldığı pay %35 civarındayken bu oran gelişmiş ülkelerde yaklaşık 2 katı.

İstanbul’da kişi başına düşen yıllık gelir 16.000 dolara yaklaşırken, Mardin, Şırnak ve Batman gibi illerde bu rakam 3.500 doların altında.

İsterseniz bu dramatik örnekleri uzatmadan bu listeye şöyle nokta koyalım; Sovyetler Birliği döneminde kullanılan bir deyişi günümüz ekonomisine şu şekilde uyarlayabiliriz:

Soru: Yüz metre uzunluğunda, salyangoz hızında ilerleyen ve yalnızca ekmekle beslenen şey nedir?

Cevap: Türkiye’deki emekli maaş kuyruğu.

Dünyada durum farklı mı? Tabi ki hayır:

Dünya nüfusunun yarısı günde iki dolardan az kazanıyor ve bunların çoğu kadın. ABD’nin en zengin yüzde 0,1’i, son otuz kırk yılda milli gelirden aldıkları payı üç katına çıkardı. Dünyanın dolar milyarderlerinin serveti, yaklaşık bin kişiyle, dünyadaki en yoksul 2,5 milyar insanın gelirine eşit.

Günümüzde, iktisadın görevinin dünyadaki yoksulluğu ortadan kaldırmak olarak tanımlayan iktisatçılar neredeyse yok denecek kadar az. Ekonomi bilimi artık kendini bu şekilde görmüyor. Zengin ile yoksul, güçlü ile güçsüz, işçi ile şirket, kadın ile erkek arasında bir tercih yapılması gerektiğinde, son yıllarda iktisatçılar hep aynı tarafta yer aldı: Zengin ve muktedir olanın yanında. Zenginler için iyi olan, neredeyse her zaman “ekonomi için” de iyi sayıldı. Bu yaklaşım, küçük bir küresel elitin sınırsız tüketim hakkına sahip olduğu, sosyal dışlanmanın yaygınlaştığı bir dünya hayali yarattı. Yoksullara yapılabilecek en iyi yardımın, zenginlerden alınan vergilerin azaltılması olduğu savunuldu çünkü zenginler daha çok kazandıkça yeni şirketler kuracak, yeni teknolojilere yatırım yapacak ve böylece ekonomik büyüme hızlanacaktı. Daha fazla iş imkânı doğacak, işsizler bu yeni işlerde çalışarak maaş kazanacak, kazandıkları maaşlardan vergi ödeyerek devletin gelirlerine katkı sağlayacaklardı. Ancak iktisadi gerçeklik, güçlü olanın kazandığı, zenginin daha zengin olduğu ve yoksulların onların arkasından koştuğu bir düzeni işaret ediyor. Platon’un 2000 yıl önce yazdığı “Devlet” adlı eseriyle neşet eden ve Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” isimli eseriyle beslediği, toplumun insanların bir araya gelerek verdikleri rasyonel bir kararla ortaya çıktığına dair masalın beslediği bir vaka bu.

“Homo economicus” kavramı çerçevesinde yaratılan bu model, dünya ekonomisini yönetmek ve sorunlu, yoksul ülkelere reçete olarak sunulmak için temel olarak kullanılmaya devam ediyor. Sonuç olarak, inanılmaz zengin ülkeler, inanılmaz yoksul ülkelerle sınır paylaşıyor; inanılmaz zengin insanlar, inanılmaz yoksul insanlardan bir sokak ötede yaşıyor, hem zengin hem de yoksul ülkelerde durum aynı.

Bugün Batı’nın hâkim dini iktisattır; resmi bir mabedi olmasa da ona uygun dini yorumlar ve semboller üreten zenginlerin değirmenine su taşıyan adeta bir ruhban sınıfı mevcuttur. Ayrıca, iktisadi sorunları konuşmak için karmaşık matematiksel modellerle süslü bir dilleri vardır; “Para arzındaki genişleme, enflasyonist baskıları artırarak fiyatlar genel seviyesinde yukarı yönlü bir hareket yaratmakta”, “Cari açık, geçen yılın aynı dönemine göre %20 oranında artış gösterdi”, “Bu yıl Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) artışı beklenmemekte” gibi. Ancak bugünün iktisatçılarının öncülleri, Albert Einstein ya da Isaac Newton gibi bilim insanları değil, Robert H. Nelson’un Bir Din Olarak İktisat Bilimi adlı kitabında belirttiği üzere, daha çok Thomas Aquinas ve Martin Luther gibi teologlardır.

Aksi takdirde, geniş tanımlı işsizliğin %25 civarında olduğu, yoksulluğun arttığı bir ülkede, toplam talep nasıl artar da iktisatçılar asgari ücreti düşürmeyi, dolaylı vergileri ve faizleri artırmayı ekonomik çözüm olarak önerebilirler?

Parçacıklar düşünebilseydi fizik ne kadar zor hale gelecekse, insan düşünebildiği için ana akım iktisat da aynı şekilde sorunlara çözüm bulmakta aciz kalıyor.

Her ne kadar piyasa ekonomisi içinde yaşamayı tercih ederken piyasa toplumunda yaşamayı istemesek de eril tahakkümün altında inleyen günümüz ekonomik düzeninde; özgürlük, artık kaybedecek bir şeyin kalmamasının başka bir adı.

yeni.jpg

Kaynak:Halk TV Haber Merkezi