Enflasyonun gerçek tarihi: AKP aslında hiç umursamadı

Nereden çıktı bu enflasyon? Kimilerinin dediği gibi son yılların ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin bir sonucu mu? Yoksa iktidarın dediği gibi gerçek sorumlu zincir marketler ve dünyada fiyatlar artışları mı? Yoksa sorun çok daha derinde mi?

AKP 2002’de iktidara geldiğinde, 2001 Krizi’nde uygulamaya konan IMF programı ve bu arada olumlu küresel konjonktürün etkisiyle enflasyonda düşüş trendini hazır bulmuştu. O yıllarda enflasyon zaten tek haneye doğru geriliyordu.
Bununla birlikte daha iktidarının ilk yıllarından itibaren AKP, enflasyonla mücadelenin temel bileşeni olan Merkez Bankası’nın bağımsızlığından rahatsızlık duydu. Erdoğan ve AKP yönetimi bağımsız karar alabilen kurumlardan hiçbir zaman hoşlanmadı ve gücü konsolide etme fırsatı yakaladıkça bu kurumları tamamen kontrol altına almayı hedefledi. Merkez Bankası yönetimini adım adım değiştirmekte daha ilk günlerden kararlıydı. Durmuş Yılmaz, Erdem Başçı, İbrahim Turhan, AKP’nin banka yönetimine atadığı isimlerdi. Hatta Merkez Bankası’nın o dönemdeki başkanı Süreyya Serdengeçti bir biçimde görevden alınmak istenmiş ama piyasaları ürkütmeme düşüncesi buna engel olmuştu.

Bu dönemde zaten gerileme eğiliminde olan enflasyon bir süre sonra tek haneye, yani yüzde 10’un altına indi. Şimdi sırada tek haneden daha düşük seviyelere, yüzde 5 ve altına geriletmek ve bu seviyelerde istikrar sağlamak hedefi vardı. Bu, yüzde 10’un altına indirmekten daha zordu. Buna Merkez Bankası’nın para politikasının yanı sıra maliye politikalarının da destek vermesi, üretime ve verimliliğe uzanan geniş bir çerçevede kapsamlı ve tutarlı adımlar atılması, yapısal reformların uygulamaya konması gerekiyordu. AKP iktidarının böyle bir hedefi hiç olmamıştı.

Bu başlangıçta büyük bir sorun yaratmadı. Çünkü elverişli dünya konjonktürünün etkisiyle Türkiye’ye ciddi miktarda sıcak para girişi oluyor; bu da doların düşmesini sağlıyordu. AB’ye tam üyelik vizyonu da Türkiye’ye sıcak para akışının nedenleri arasındaydı.

Bu dönemde yapılan önemli bir politika hatası, ekonomide bugüne dek uzanan kırılganlığın başlangıcı oldu: 2008 küresel finansal krizi sonrasında dünyada uygulanan politikaların da etkisiyle özel sektörün döviz borcu katlanarak arttı. Bu dönemde uygun tedbirler alınarak daha kontrollü ve katma değer odaklı bir borçlanma politikası izlenmesi mümkünken döviz geliri olmayan firmaların bile dolar-euro’yla borçlanabildiği bir dönem yaşandı.

Durmuş Yılmaz yönetimindeki Merkez Bankası bu dönemde iktidara bazı uyarılar yaptı ama bunlar cılız ve genelde kapalı kapılar arkasında kaldı.

Özetle 2001’de uygulamaya konan IMF programının kapsamlı ve güçlü bir politika seti ile ikame edilmesi gereken dönemde bu adımlar atılmadı. Elde edilmiş kazanımların düşük tek haneli enflasyon ve kalıcı fiyat istikrarı için kullanılması gerekiyordu. Oysa 2008 krizi ve sonrasında AKP iktidarının temel önceliği, daha fazla büyümeydi. Elverişli küresel konjonktürün sağladığı konfor alanı boşa harcandı. AKP iktidarı büyük bir fırsatı heba etmiş oldu.

2011 yılı para politikaları açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Bugünlerde tartışılan “heterodoks” politikalar aslında 2011 yılında başladı. Bu tarihte Merkez Bankası başkanlığına getirilen Erdem Başçı, para politikasında “heterodoks” bir modele geçiş yaptı. Bu modelde faiz koridoru yoluyla fonlama tutarı ile oynanıyor ve her gün farklı bir politika faizi belirleniyordu. Bu, doğrudan faiz artırımına gitmeden faizlerle oynamanın yoluydu. Zira Erdoğan’ın faiz konusundaki hassasiyeti o tarihte de iyi biliniyordu. Para politikasının normal ve etkin kullanılması yoluyla enflasyonda kalıcı düşüşün sağlanması gereken dönemde Merkez Bankası yönetimi tam tersi bir rotaya girmiş ve siyasi iktidarla uyumlu ve onun tepkisini çekmeyecek bir yol bulmuştu.

Dönemin heterodoks politikaları sadece faiz koridoru uygulaması ile sınırlı değildi. Yine bu dönemin bir uygulaması olan “Rezerv Opsiyon Mekanizması” yöntemiyle Merkez Bankası rezervleri hızlı biçimde artmaya başlamıştı. Bu, Erdoğan’a meydanlarda Merkez Bankası rezervleriyle övünme imkanı veriyordu.
Amerikan Merkez Bankası’nın 2013’te, 2008 Krizi’nden beri uyguladığı gevşek para politikasını bitirme kararı, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın esneklik alanı daralttı. O dönemde ekonomist ve analistler “Türkiye’de Merkez Bankası’nın fonlama faizi ne?” sorusunu soruyor ve klasik çerçevede bir cevap alamıyorlardı.

Küresel para politikalarındaki değişim ve bu arada Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmelerin etkisiyle, “heterodoks politikalar”, politika yapıcıların ayağına dolanır hale gelmişti. Özel sektörün yüksek döviz borcu finansal istikrarı tehdit ediyor, kur oynaklıkları enflasyonist baskıya yol açıyordu. Bu dönemde Erdem Başçı, enflasyonun çift haneye çıkmasını engelleyebilmek adına rezervlerden yaklaşık 32 milyar dolar satmış ve ek parasal sıkılaştırma gibi geçici yöntemleri denemişti. Bunlar da yeterli olmayınca bu kez 2015 yılında ortodoks politalara dönüş için yol haritası açıklanmış, ancak uygulanamamıştı.

Erdem Başçı’nın Merkez Bankası başkanlığını Murat Çetinkaya’ya devretmesi sonrasında siyasi baskılar iyice arttı.

Çetinkaya heterodoks politikaları bırakarak klasik para politikası çerçevesine dönmek istiyordu. İlk icraatlarından biri, döviz satış ihalelelerini sonlandırmak ve banka içerisinde yapısal reformlar konusunda çalışıp politika üretecek bir birim kurmak olmuştu. Ama siyasi iktidarın bambaşka bir gündemi vardı. AKP, arka arkaya yapılan seçimler ve 2017’deki Başkanlık Referandumu öncesinde kredi çekişli büyüme modeline dört elle sarılmıştı.

Erdoğan ve Merkez Bankası arasındaki gerilim gitgide artıyordu. Çetinkaya döneminde dört başkan yardımcılığı koltuğu neredeyse hiçbir zaman dolu olmadı. İktidarın tüm isimleri belirleme ısrarı öne çıkıyordu.

Bu gerilimler 2017’de Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’ndan karar çıkmasını zorlaştırınca Çetinkaya başkanın yetkisinde olan likidite araçları ve tedbirleri kullanarak para politikasını sıkılaştırmaya başladı.

Merkez Bankası’nın bu adımlarına iktidar cephesi büyük bir kredi hamlesi ile karşılık verdi. 2017 referandumu öncesinde çılgınca dağıtılan KGF kredileri para politikasının etkinliğini düşürmüş, parasal genişlemeye yol açmış ve kredilerin bir kısmı döviz talebine dönüşerek piyasanın dengesini bozmuştu. İstikrar ciddi biçimde yara almış ama iktidar Başkanlık Referandumu’ndan kılpayı da olsa evet çıkarmayı başarmıştı…

2018 yılının ilk yarısında Erdoğan ve ekonomi yönetimi arasındaki gerilim zirveye ulaşmıştı. İktidara yakın medyada Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e yönelik eleştiriler giderek artıyor ve değişiklik sinyalleri geliyordu. 2018 Haziranı’ndaki erken seçimin ilanıyla piyasalar yeni bir stres dönemine girmişti. Erdoğan Londra’da yabancı yatırımcılarla yaptığı toplantıda, başkanlık sisteminde ekonomide ve para politikasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı mesajı vermiş, Merkez Bankası’nın fiilen ortadan kaldırılacağı bir mekanizmayı işaret etmişti. Erdoğan, “Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, faizle-dövizle nasıl uğraşılır, görün” diyordu. Bu açıklamalar daha o günden piyasalarda tsunamiye yol açmıştı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ekonomi yönetiminin Berat Albayrak’a emanet edilmesi yeni dönemde önceliğin fiyat istikrarı olmayacağının bir göstergesiydi.

O yaz yaşanan Rahip Brunson Krizi, finansal piyasaları alt üst etmişti. Merkez Bankası durumu yüksek faiz artırımıyla kontrol altına almak istedi. Erdoğan başta izin vermedi. Ama dolar kontrolden çıkınca Merkez Bankası’nın 625 baz puanlık tarihi faiz artırımı geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan hemen ertesi günü “Sabrımın son sınırındayım” diyecekti.

Albayrak kısa süre sonra “Yeni Ekonomi Modeli”ni açıklayarak bankacılık sektöründe stres testi dahil bir dizi adım atılacağını ilan etti. Ancak bunların hiçbiri piyasaları yatıştırmaya yetmedi.

Ekonomi yönetimi 2019 yılının başından itibaren “paralel para politikası” uygulamaya başladı. Madem Merkez Bankası faizi indirmiyordu, o zaman Hazine ve Maliye Bakanlığı bu işi halledecekti. Önce bankalara mevduat ve kredi faizleri için sınırlamalar getirildi. Kredi miktarına dair yakın takip başladı.

Tüm bu adımlar ters tepince bu kez BDDK eliyle yabancı bankaların TL pozisyon almalarının önüne geçilmeye çalışıldı, Londra’da yabancı yatırımcıların dolar/TL işlemi yaptığı Swap (Para takası) piyasası kurutuldu.

Bunlar da yetmeyince bu kez Cumhurbaşkanı kararı ile Merkez Bankası rezervlerinin Hazine’ye aktarılarak kamu bankaları eliyle satılması yoluna gidildi.

2019 yazını gelindiğinde, yenilenen İstanbul seçimlerinin hemen ardından Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya görevden alındı. Erdoğan, “Söz dinlemiyordu adam” diyecekti. Bu adım önemli bir kırılma noktasıydı. Merkez Bankası artık tamamen Erdoğan’ın “Faiz neden-enflasyon sonuç” tezini uygulamaya yönelik bir para politikası yürütecekti.

Yeni Başkan Murat Uysal ardarda faiz indirimleri yaptı. Bu sırada enflasyon da, önceki dönemin sıkı para politikasının etkisiyle düşüş trendindeydi. Bu durum iktidara, “Faizi indirdik, enflasyon da düştü” deme imkanı vermişti.

Önceki dönemin ve yüksek faizin sunduğu konfor alanını kısa sürede tüketen ekonomi yönetimi 2020 yılı başından itibaren bocalamaya başladı. Enflasyon yeniden artmaya, riskler birikmeye başlamıştı ama Merkez Bankası faizi indirmeye devam ediyordu. Ekonomi yönetimi enflasyonı kontrol altından tutmaya değil, Erdoğan’ın tezlerini ispatlamaya odaklanmıştı. Faizin artırılamadığı bir ortamda doları kontrol altında tutmak için yoğun döviz satışı yapılıyordu. 128 milyar dolar olayının arka planı işte böyleydi.

Sonuçta Mayis 2020’de ülke tarihinde ilk kez Merkez Bankası rezervleri nette eksiye düştü. Döviz satışlarıyla 2020 yılının Haziran ayına kadar 6.85 seviyesinde tutulan dolar yazın patladı. Rezerv satışları da işe yaramayınca önce örtülü faiz artışlarıyla (“Faiz koridoru”) dolar kontrol altına alınmaya çalışılacak; bu da işe yaramayınca Merkez Bankası Başkanı bir kez daha değiştirilerek Murat Uysal’ın yerine Naci Ağbal getirilecek, o da politika faizini yüzde 19’a kadar yükseltecekti.

Sadece 4 ay sonra yerine gelecek şimdiki Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu tarafından yeniden indirilerek yüzde 14’e çekilmek üzere.

Son noktayı ise Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan’ın geçen Aralık’ta görevinden alınması, yerine gelen Nureddin Nebati’nin ekonomide “heterodoks” politikalar uygulanacağını ilan etmesi koydu. Merkez Bankası fiilen ortadan kaldırılmıştı, para politikası kararları artık önemsizdi.

Aslında bu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başından beri hayalini kurduğu ekonomi politikasıydı. Bu politika Türkiye’yi yüzde 55 seviyesinde bir enflasyon ve müthiş bir refah kaybı ile karşı karşıya bırakmıştı.

AKP iktidarının yirmi yıllık karnesi, enflasyon ve fiyat istikrarı açısından başarısızlıkta bir istikrar (!) tablosu. Bu hikayenin küresel şartların etkisiyle nispeten olumlu (ya da başarılı) görülen dönemleri de aslında fiyat istikrarının yeterince önemsenmediği, para politikasının yeterince hedefe odaklanmadığı ve yapısal adımların atılmadığı dönemlerdi.

Enflasyonu gerçekten düşürmek, düşük seviyede istikrarlı biçimde tutabilmek ve beklentileri bu yönde çıpalamak demek. Bunu yapabilmek için doğru bir para politikası tek başına yeterli değil, doğru maliye politikaları, kredi politikaları, verimlilik politikaları ve sanayi politikaları gerekiyor. AKP yönetimi ve kadroları bunları hiç mesele etmedi. Belki anlamadı da.




Önceki ve Sonraki Yazılar
Barış Soydan Arşivi