Haldun Solmaztürk
İmar ‘Barışı’ - I
“Kötü, tamahkar bir idarenin uğursuzluğu bu topraklara çökmüştür”
İnsan yavruları, dünyaya geldiklerinde ihtiyaçları açısından diğer canlıların yavrularından farklı değildir. Onları ‘insan’ yapan, zamanla değişen ihtiyaçları, benimsedikleri ‘değerlerdir’.
İnsanlaşma çok uzun, sancılı—çoğu kez ölümle yarım kalan—bir süreçtir.
Bazı insanlar, çirkinlik ve düzensizlikten, doğanın bozulması, kültürel ve tarihi çevreye zarar verilmesinden rahatsız ve mutsuz olurlar. Denge, güzellik, düzen, doğallık ararlar. Geçmiş ve gelecek kavramları vardır. Kendilerini insanlık tarihi içinde bir yere konumlandırır, bugünü düne ve yarına bağlayan ‘köprüleri’ görür, onları korumak isterler.
Ne yazık ki, bir başka tür insan için bu kavramların hiçbir anlamı yoktur..! Bu ‘insan’ grubu ilkel ihtiyaçlar seviyesinde kalmıştır. Onlar için dünya maddeden ibarettir.. Sadece çıkar sağlanabilir şeyler değerlidir.. Kişisel çıkarlara hizmet eden her şey meşrudur, çıkar kutsaldır.
‘İnsanlaşma’ eşiği, ‘öğrenme’ ihtiyacı ve ‘estetik’ zevklerin gelişmesidir..
Eşiği aşmış ‘insanlar’, Salacak’tan tarihi yarımadaya baktıklarında aldıkları hazzı, İstanbul’un iki bin yıllık siluetini bozan ‘kanunsuzluk ve barbarlık’ abidesi 16/9 Kulelerindeki bir dairenin—hatta o çirkin beton yığınlarının tümünün—mülkiyetine tercih ederler.
Uzun Göl’ün doğal halini özleyen, o güzelliğin yok edilmesinden kahrolanlarla, havuzlu siteye döndürülmüş o çirkinlikten gurur (!) duyanlar arasında fark vardır. Yüz yıllık, küçük ama şirin Kıble Dağı camiini—belki restore ederek, ama özüne dokunmadan—çevresi ve tarihiyle ‘korumak’ isteyenlerle, onu yıkıp yerine ‘yeni’ ve daha ‘büyük’ cami yapanlar gibi..
Fatih’le, ahirûn arasındaki fark gibi..
Ahirûn, ‘gelecektekiler’ demek.. Ebced hesabıyla Hicri 857 (Miladi 1453) yılına denk geliyor.. Fatih’e atfediliyor. Bunu kayda geçen İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi: “Feth-i Stanbul’a fırsat bulmadılar evvelun, Feth idüp Sultan Mehemmed didi tarih Ahirûn”.
Fatih, küçük yaştan çok iyi bir eğitim almıştır. Askerlikteki ustalığı yanında, Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Sırpça, İbranice bilir. Türk tarihi, İslam tarihi, Antik dönem tarihi, İtalyan sanatı, eski Yunan felsefesine hakimdir. Yanında her zaman Türk bilim adamları yanında yabancılar—ve zengin kütüphanesi—vardır. İstanbul önlerine geldiğinde 22 yaşındadır.
Şehir, 1202’de gelen Haçlılar tarafından yağmalanmış, yakılmış, para edecek her şey sökülüp götürülmüştür. Bizans, Latinlerden 1261’de kurtulur ama görkemli haline bir daha dönemez. Konstantiniyye, 29 Mayıs Salı günü düşer, ganimet, esir alma başlar. Ama şehir Sultan’ındır.. Fatih şehre girer, doğruca Ayasofya’ya gider. Atından inip, kubbelere kadar tüm yapıyı ilgiyle dolaşır. Dışarı çıktığında, bir yeniçerinin değerli mermerlerden birini parçalayarak çıkartmaya çalıştığını görür. Rivayet odur ki, çok öfkelenen Fatih o yeniçeriyi kılıcıyla orada öldürür.
Ahirûn, 565 yıl sonra, hâlâ Fatih’in bu öfkesini anlamaya, kavramaya muhtaç.. Yirmi iki yaşında Konstantiniyye’nin fethine soyunan Fatih’i fatih yapan, genç yaşta ulaştığı ve ötesine geçtiği kritik öğrenme ve estetik eşiğidir. Dönemin aydın, seçkin bilim adamı Hızır Çelebi’yi şehre kadı atar. Fatih’in şehircilik anlayışını yansıtan Hızır Çelebi’ye talimatıdır: “Hüner bir şehr bünyad eylemekdür, reaya kalbin âbâd eylemekdür”. Marifet şehri imar etmek, orada yaşayanlara huzur içinde yaşayacakları bir ortam sağlamaktır, diyor..
Bu aynı zamanda ahirûna (!) Fatih’in vasiyetidir..
Hızır Çelebi, alimliği ve devlet adamlığı yanında, taassuptan uzak, ince ruhlu, nükteden, latifeden hoşlanan, mizah anlayışı olan biridir ki, bunlar ‘eşiği’ aşmış insanların özellikleridir. Şehri bünyad, reaya kalbin âbâd eyler, 1458’de hoş bir sadâ bırakarak vefat eder. Sonrası, eşiğin (!) altında sıkışmış kalmış ahirûnun Fatih’in vasiyetine sırtını dönmesi, ‘ihanetidir’.
Dönem dönem Türk ülkesini ziyaret eden yabancıların bu bağlamdaki gözlemleri çarpıcıdır.
Ogier Ghiselin de Busbecq, XVI. yüzyıl ortalarında—Fatih’ten 100 yıl sonra—Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Avusturya imparatoru Ferdinand’ın elçisi olarak İstanbul’a gelmiş, orada iki yıl kalmış.. Karadan, Trakya üzerinden İstanbul’a yaklaşırken, “Toprak işlenmiş ve sanat doğaya biraz el uzatmış olsa bu yörenin güzelliği başka hiçbir yerde bulunmaz sanırım. [Ama] bugünkü haliyle topraklar, ihmale uğramış olmaktan ve sahiplerinin hor görmesinden dolayı matem tutuyor gibiydi” diyor. Şehri tasviri ise şöyle: “[İstanbul’dan] daha güzel ve daha uygun bir mevkide kurulmuş bir şehir olamaz. [Lakin] Türklerin şehirlerinde zarif binalar, güzel sokaklar aramak boşunadır. Sanatı ve bilimleri keşfeden bu topraklar, bizlere devrettiği medeniyeti geri almak için, bizden yardım bekliyor”. Çok, çok ağır—anlayana..
Helmuth von Moltke, Alman (Prusya) ordusunda bir yüzbaşı.. 1835-39 yılları arasında—Fatih’ten 380 yıl sonra—Osmanlı ordusuna ‘danışman’ oluyor, 35 yaşında.. Onun İstanbul gözlemleri de şöyle: “[V]aktinde Boğaz’ın her iki yakası ormanlarla kaplı idi, şimdi bunlar çıplak ve kıraç tepelerden ibaret. İnsan, İstanbul nedir ve eğer burada iyi bir hükümet ve çalışkan bir halk bulunsa ne olabilirdi diye düşünmekten kendini alamıyor”. Bursa’yı da ziyaret ediyor: “Başka hiçbir yerde bu kadar baştan aşağı yeşil manzara seyretmedim. [Ama] bütün Türk şehirlerinde olduğu gibi burada da, bu muhteşem görünüş, şehre girer girmez ortadan kayboluyor. En küçük Alman kasabası evlerinin zarifliği ve rahatlığı bakımından İstanbul, Edirne, Bursa’dan üstündür. Buralarda sadece camiler, hanlar ya da kervansaraylar, çeşmeler ve umumi hamamlar fevkalededir” diyor.
İzmir’i tasviri de farklı değil: “Körfezin sonunda, dağa amfi şeklinde tırmanan İzmir şehri.. En altta deniz kenarında gemilerin arkasında, bir çok camiler, solda taş binalarıyla Frenk şehri var. İkinci tabakada asıl Türk şehri bulunuyor. Eğer bir avuç dolusu, küçücük, kırmızı damlı ev, birkaç cami ve çeşme gökten düşse, yapı planı bu şehirdekinden daha karmakarışık olmazdı. İnsan bu ev yığınları arasında sokaklar ve patikaların bulunabildiğine şaşıyor”.
Ve özetliyor: “Kötü, tamahkar bir idarenin uğursuzluğu bu topraklara çökmüştür”.
Busbecq’in Türk Mektupları ilk kez 1595’te Paris’te basılmış, İngilizce’ye çevirisi 1694’te. Bizde ilk baskısı 2005’de—410 yıl sonra.. Moltke’nin Türkiye Mektupları 1871’de Fransa’da basılıyor.. Türkçe ilk çevirisi 1969’da—98 yıl sonra. Acaba ahirûn bunları duydu, okudu mu?
1920’lerin İstanbulunu da Mehmet Akif Ersoy anlatıyor:
Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek, Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek.
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok denizse atlayarak.
Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisan-ı hal ile amma rükua niyyet eden,
O sâl-hûrde, harab evlerin saçaklarına, Sığınmış öyle giderken..
Vasiyete sahip çıkan, yine, ülkenin ve milletin makus talihini de değiştiren adam oluyor. Yabancı uzmanların da katkılarıyla, bahçeleri ve temiz havasıyla modern ve planlı bir başkent kuruyor. ‘Estetik’ kavramı kamusal alanlar, meydanlar, kentin tümüne yansıyor.
Ama ‘eşiğin’ altındakiler iş başındadırlar.. Doyurulamaz tamahkarlıklarının hududu yoktur. Falih Rıfkı Atay’ın ümitsiz isyanı bu kırılamayan meşum döngüyü yansıtıyor: “[A]ylarca, hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir plancılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. [Boşuna]. Eğer İstanbul’da olduğu gibi spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu”.
Gözü dönmüş ‘spekülasyoncular’ ve ‘arsa tüccarları’ durdurulamadılar.. Hiçbir devirde.. Atatürk bile aciz kaldı..
Bu acı gerçeği, 1994’den beri—önce resmen, sonra da fiilen—İstanbul Belediye Başkanlığını yürüten Tayyip Erdoğan’dan daha dürüst bir şekilde ifade eden ‘siyasetçi’ olmamıştır: “[B]iz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum”.
Erdoğan, sonra bu ‘ihaneti’ en veciz şekilde açıklıyor: “Bu kutlu şehrin her bir köşesinde [e]cdat tüm ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmiş. Böyle bir inceliğe ve estetiğe şahit olursunuz. … [h]er sokağında saklı bir tarih, asırlık bir tecrübe vardır. [Ama] ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz, her biri başlı başına bir hazine olan emsalsiz değerlerin hakkını yeterince veremiyoruz. … Estetikten, incelikten ve köklü medeniyet değerlerimizden yoksun, tekdüze bir mimari anlayışının giderek yaygınlık kazandığını görmekten üzüntü duyuyorum”.
O da ‘estetik, incelik’ diyor.. Aslında medeniyet ve insanlık ‘eşiğini’ anlatıyor..
“Adeta kibrit kutularının ölçülerini aşacak şekilde [aynen böyle] benzer taş yığınlarının olduğu bir şehir; bu bizim medeniyetimizde yok. Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oluyor”. Akif’in İstanbul’u, Moltke’nin 180 sene önceki İzmir’i tarifini tekrarlıyor. Ama, ‘bu bizim medeniyetimizde yok” ifadesi pek doğru değil.. Var..! Yine de ‘şehir’ tasavvuru, Moltke’yle de Akif’le de aynı. Ne kadar samimi, onu kendi bilir..
Aynen Busbecq’in serzenişini, Falih Rıfkı’nın düş kırıklığını, ümitsiz şikayetini seslendiriyor: “Maalesef, maddi kaygılar birçok hassasiyetin önüne geçiyor. İnsanla şehir, şehirle tabiat, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki hassas denge, çoğu zaman, yeterince gözetilmiyor”. ‘Yeterince’ diyor, ama ‘hiç’ gözetilmediğini herkesten iyi o biliyor..!
“Gönülle, manayla, değerlerle maddiyat arasındaki altın oranı gözden kaçırmamalıyız. Vahşi kapitalizmin iğvasına, hırslarına asla kapılmamalıyız” da diyor.. Moltke gibi, “Kötü, tamahkar bir idarenin uğursuzluğuna” işaret ediyor. Ama, tam da o oluyor.. Tamâhkar idare, İmar Barışı (!) felaketini Meclis’ten geçiriyor—muhalefet desteğiyle..
İmar Barışı denen ‘kanun’, kanunsuzluğu, hukuksuzluğu, haydutluğu meşrulaştırarak, koca bir ülkeyi, acımasızca, talana açıyor.. Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla..!
İnsanlık tarihinde bir milletin, kendi tarihine, kültürüne, çevresine, doğaya, şehirlerine, yaylalarına, ormanlarına, sahillerine, göllerine, ırmaklarına, ‘Dünya Mirası’ sit alanlarına, sözde “Ecdadından tevarüs ettiği, her biri başlı başına bir hazine olan emsalsiz değerlere”, bu kadar büyük, yaygın, kalıcı, kitlesel, geri döndürülemez zarar verdiği başka bir örnek yok..
Kötü, tamahkar bir idarenin uğursuzluğu, bir kez daha, bu topraklara çöküyor..
Bu yapılandan daha dehşet verici olan, bütün bunlar olurken, ‘milletçe’ takınılan seyirci tavrı, ölü sessizliği.. (Ümitsizce ve çaresizce çırpınan bir avuç insanı hariç tutuyorum.)
Müttefikler savaştan sonra, işgal altındaki Almanları zorla, gruplar halinde Nazilerin ‘toplama kamplarına’ götürüp, gerçekleri gözlerine sokmaya, gördüklerinden utanmalarını sağlamaya, bu yolla bir daha gözleri önündeki barbarlıklara gözlerini kapamamaları, kafalarını öte tarafa çevirmemeleri için öz bilinçlerini uyandırmaya çalışmışlardı.
Bazen, başka bir yol kalmıyor..
Devam edecek..
Hafıza-i beşer: AKP parti sözcüsünün 14 Kasım 2018 günü yaptığı basın açıklamasında ‘hükümet sözcüsü’ gibi konuşmasını eleştirmiş, “Biz dediği ‘hükümet’ ve Cumhurbaşkanı, ‘Türkiye’ dediği, Türkiye Cumhuriyeti.. Kendisi, parti sözcüsü..” demiştim. (Bknz. 26 Kasım 2018, Demokrasi Dersleri: İsteseniz de, istemeseniz de..!) Sayın Sözcü, 26 Aralık 2018 günü düzenlediği basın toplantısında yine aynı tutumu benimsedi. Hükümetin milli güvenlik ve dış politikayla ilgili kritik kararlarını, geleceğe ilişkin niyetlerini, yabancı ülkelerle varılan mutabakatları yine ‘parti’ sözcüsünden öğrendik. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü yılbaşı tatiline mi çıktılar? Bir ‘devlet’ böyle yönetilmez, yönetilmemeli..