Irak Cumhurbaşkanı Türkiye'yi ziyaret ederken yeniden hatırlanması gereken önemli proje
Yeni bir yıla daha girerken, Türkiye’deki iktidarın o tarihlerde dünyanın naif ve romantik bir algıyla “Arap Baharı” olarak adlandırdığı Orta-Doğu ve Kuzey Afrika olaylarını yanlış okuması sonucu atılmış olduğu talihsiz Suriye macerası, ülkemizde ve bölgemizdek i tahribatını aynı şiddetle sürdürmektedir.
HATALI SURİYE POLİTİKASININ İSTİKRARDAN BESLENEN VE İLERLEYEN TÜRKİYE’YE ZARARI ÇOK
Sınırlarımızın hemen dibine çeşitli radikal terör örgütlerinin yuvalanmasına, IŞİD belasının ortaya çıkmasına, o sıralarda adı bile okunmayan YPG’nin bir aktör olarak baş göstermesine, kendi halinde bir ülke olma yoluna ve ciddi anlamda bizim etkimiz altına girmiş olan Suriye’nin yakılıp yıkılmasına, milyonlarca Suriyelinin ülkelerini terk edip, bunlardan dört milyonunun Türkiye’ye sığınmasına, iç istikrar, ekonomi ve sosyal barışımızın etkilenmesine sebep olan bu macera bölgesel planda bizim geleneksel “istikrar oluşturucu” işlevimizi de ortadan kaldırmıştır.
Avrupa’nın, Macron yönetimindeki Fransa’nın bütün afra-tafrasına rağmen, zaten tüm küresel sorunlarda olduğu gibi Orta Doğu’daki uyuşmazlıkların denetime alınmasıyla bunlara çözüm getirilmesinde de aciz kaldığı bir gerçektir.
Suriye krizi bölgenin dengelerini de değiştirmiş; bu gelişmeler bizim bölgedeki geleneksel “istikrar oluşturucu” işlevimizi ortadan kaldırırken, çok karmaşık politikalar uygulamakta mahir olan İran’a Suriye ve Irak’ta esasen sahip olduğunun da daha üstünde bir güç kazandırarak onu bu iki ülkede oyun kurucu haline getirmiş, bunun yanında Tahran’ın Lübnan’daki etkisini de arttırmıştır.
Öte yandan, ABD ile Rusya da Suriye’deki durum dolayısıyla sadece Orta ve Yakın Doğu’ya değil, Doğu Akdeniz’e de girerek bu hassas coğrafyanın aralarındaki güç mücadelesi alanlarından biri haline gelmesine yol açmışlardır.
ABD, Rusya, İran ve Irak ile ilişkilerimizin inişli çıkışlı, öngörülemeyen ve güven vermeyen seyri; esasen Suriye krizinin başlangıcından bu yana bu seyri beklenmedik bir anda akla gelmedik gelişmelerle daha da kötüye yönlendirebilen (Rus uçağının düşürülmesi benzeri) acemilikten ya da idraksizlikten meydana gelen yol kazaları dış politikamızı kırılgan bir konuma getirmiştir.
TÜRKİYE DE SURİYE’YE YAKLAŞIMINI GÖZDEN GEÇİRMELİ
Suriye krizinin başlangıcından bu yana geçen zaman içinde, ilgili bütün ülkeler politikalarında ya değişiklik ya da ince ayarlar yapmışlar; Suriye’de kaos ve belirsizliğin devam etmesi halinde bunun bölge barışına ve küresel huzura olabilecek etkilerini göz önüne alarak Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini sözde değil, gerçek hayatta öne çıkarmayı ve bu ülkedeki krize son vermeyi öngören siyasetlere yönelmişlerdir. Buna karşın, bizim değişiklikten anladığımız şimdiki halde sadece Suriye Devlet Başkanına önce “Esad” derken sonra “Esed” ve şimdi yine “Esad” demekmiş gibi görülmekte, Suriye siyasetimizde eylemsel ve söylemsel hiçbir yanlışın düzeltilmesine çalışılmadığı gibi, bu konuya mezhep yönelimli bakışımız da devam etmektedir. Hatalı olduğu her yönüyle açık seçik ortaya çıkmış olan Suriye siyasetimizde süratle bir revizyona gitmememiz ve bu ülkeye karşı uyguladığımız politikada direnmemiz halinde Suriye konusunun bizim için 2019 yılı boyunca da büyük bir sorun olmakta devam edeceği kuşkusuzdur. Ayrıca, yanlış Suriye politikamızın sürdürülmesinde ısrar edilmesi halinde, bundan Türkiye için yaşamsal bir stratejik önem arz eden Doğu Akdeniz havzasındaki konumumuzun da olumsuz etkileneceği gözden uzak tutulmamalıdır.
TRUMP “YUMURTA DOLU SEPETİ” TÜRKİYE’NİN KUCAĞINA MI VERİYOR?
Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Trump, Amerikan kuvvetlerini Suriye’den çekeceğini açıklamıştır. ABD yönetimi Uzak Doğu’daki Çin yayılmasını ve Pasifik bölgesindeki tehdit algılamasını kendi ulusal güvenliği ve sürdürülebilir ekonomik çıkarları açısından ciddi ve yakın bir tehlike olarak değerlendirmekte olduğu uzun zamandır yazılıp söylenmektedir. Trump’ın Kore’yi birleştirme girişimleri de bunun somut işaretlerini taşımaktadır. Hal böyle olunca, Trump yönetiminin Suriye politikasındaki bu değişiklik çok da şaşırtıcı değildir. Ancak bu karar karar basınımızın önemli bir bölümü tarafından bir sevinç vesilesi olarak algılanmakta, Türkiye’nin kararlı dış politikasının bir zaferi olarak takdim edilmekte, Trump’ın bize verdiği bir tür taviz olarak değerlendirilmektedir. Bu kararın alınmasını bir telefon konuşması neticesinde ABD Başkanının ikna edilmiş olmasının sağladığı kaydedilmekte, Amerikan askerinin çekilmesinin Türkiye’ye sağlayacağı fırsatlar irdelenmektedir. Kararın uygulanmasının Türkiye’ye bazı konularda belirli bir hareket serbestliği sağlayacağı doğrudur. Ancak bu, Suriye politikamızın bugünkü şekliyle devam etmesi halinde ve sadece alanda geçerli olacak yüzeysel bir kazançtır. Oysa bu politika bize alanın çok ötesinde makro düzeyde büyük zarar veren bir politikadır ve böylece sürdüğü takdirde bu zarar da giderek artacaktır.
Öte yandan Trump, “Amerikanın IŞİD ile olan savaşı kazandığını, kuvvetlerini onun için geri çektiğini; şimdi bölgede bu savaşın kalıntılarının temizlenmesi gerektiğini, bunu da Türkiye’nin yapacağını” söylemekte; “Bunun için gerekli maddi harcamayı da yine bizim yapmamız gerektiğini” eklemektedir. Trump’ın bu yaklaşımının sadece Kuzey Suriye’yi değil, Irak’ı da içeren yumurta dolu sepeti Türkiye’nin kucağına verdiği ve Ankara’yı Rusya, İran ve hatta İsrail ile karşı karşıya bıraktığı gözden kaçırılmamalıdır.
Aslında ABD’nin Suriye’den çekilme kararının kısa ve orta vadede ne ölçüde hayata geçirileceği; zamanlamasının nasıl olacağı hususundaki beklentilerde belli bir ihtiyat payını hesaba katmakta da yarar vardır. Her hal ve karda bu karar aynen uygulanacak olursa bunun bize bedelinin ne olacağı gerçekçi bir yaklaşımla iyice irdelenmeli ve gerekli planlamalar buna göre yapılmalıdır. Keza Trump, Afganistan’dan da çekileceklerini açıklamıştır. Bu konuda basınımızda genel bir sessizlik görülmektedir. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin Türkiye’ye ve o ülkedeki Türk askeri varlığına olabilecek etkileri de etraflı şekilde değerlendirilmeli, değişik olasılıklara karşı ihtimaliyat planları şimdiden hazırlanmalıdır.
Bu uzunca ve aslında tatsız anımsatmalar içeren girişin amacı Suriye ve Irak ile daha uzun yıllar süreceği açık olan çalkantılı ilişkilerimizin sadece askeri operasyonlarla yürütülemeyeceğinin altını çizmektir. Kaldı ki, bu askeri operasyonların önemli bir bölümü de, olması gereken doğru ortamda Türkiye’nin değil, Suriye ile Irak hükümetlerinin önce kendi toprak bütünlüklerini, sonra da uluslararası hukuk ve ikili anlaşmalar uyarınca komşularının güvenliğini sağlamak için bizzat yapmaları gereken operasyonlardır. Türkiye her iki ülke ile ilişkilerini, onlara bu yükümlülüklerini yerine getirmelerine imkan sağlayacak bir ortamı bir an önce oluşturmaya yönelik bir çizgiye oturmaya odaklanmalı; şimdiye kadar epeyce geri plana atmış olduğu “yumuşak güç kullanma” opsiyonunu tekrar öne çıkartmalıdır.
Bu yazıyı kaleme alanlar yaklaşık 40 yıllık meslek hayatlarının önemli bir bölümünü hasbel kader gerek sahada gerek masada Türkiye'nin Orta ve Yakın Doğu politikalarının belirlenip uygulanması bağlantılı konularla geçirmiş; Doğu ve Güney sınırlarımızın her iki yanı ile bitişik bölgelerini yakından tanıma ve bu alanların sosyo-antropolojik yapılarıyla tarihsel dinamiklerini yaşayarak öğrenebilme şansını elde etmiş iki diplomattır. Bu kısa makalenin amacı da, yersiz polemiklere girmeden ve hepsi çok haklı da olsa çok tekrar edilmiş eleştirileri yinelemeden, Türkiye’nin bu bölgede sahip olduğu en büyük avantajlardan biri olan ve onu diğer bölge ülkelerinden farklı kılan “yumuşak gücü” yeniden bölgesel politikasının ana unsuru olarak kullanmaya başlamasının zamanının gelmiş olduğunu vurgulamaktır.
IRAK SINIRINDA İKİNCİ KAPI
Türkiye’nin yumuşak güç uygulamasının Irak ve Suriye bağlamında başlatılabilmesine olanak verebilecek önemli bir proje Irak ile Türkiye arasındaki tek sınır kapısı olan Habur’un yaklaşık 16 km. batısındaki Ovaköy’de ikinci bir sınır kapısı açılması projesidir. Ovaköy’de bir ikinci kapı açılması konusu devletin yetkili kurum ve kuruluşlarının bugüne kadar birçok kez gündemine gelmiş; ancak kimi zaman sınırın bizim tarafımızdan, kimi zaman öte tarafından kaynaklanan yerel çekincelerle, ekonomik kısıntılar ve bazı siyasi ve askeri engellemeler nedeniyle her defasında gündemden düşürülmüştür. O kadar ki, bu bağlamda, bir defasında, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından düzenlenen referandumu takiben, Ovaköy Sınır Kapısının derhal açılmasına karar verildiği bizzat o zamanki Başbakan Sayın Yıldırım tarafından da açıklanmış ama sonra yine konunun arkası gelmemiştir.
Oysa bu proje sadece ülkemize o coğrafyada bugünkünden daha büyük bir hareket özgürlüğü vermek ve komşularıyla onların komşularına yönelik yeni ekonomik açılım olanakları sağlamakla kalmayacak, Türkiye’nin yumuşak gücünü küresel ölçekte de devreye sokabilecek bir nitelik arzetmektedir.
BÖLGE GERÇEKLERİNİ DİKKATE ALMADAN İDEOLOJİK SAPLANTILARLA YÜRÜNEMEZ
Bölge politikaları oluşturulmaya çalışılırken, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkelerinin sosyo-politik, ekonomik ve sınır aşan antropolojik yapılarıyla bu yapıların tarihsel dinamiklerini ve küresel bağlantılarını tutarlı bir vizyon içinde hesaba katmak gerekir. Bu yapılmadan, ideolojik saplantılardan hareketle oluşturulacak politikaların sürdürülebilir olmadığını bize yakın geçmişte Suriye örneği çok acı bir biçimde göstermiştir. Stratejik sanılan taktik manevralarla ve üçüncü ülkelerin politikaları yoluyla kısa vadede yüzeysel bazı kazanımlar elde edilebilse de, bunların kalıcı olmadığı artık anlaşılmış olsa gerektir. Bölgede kalıcı ve barış temelli bir düzen kurulması, bununla hem ulusal güvenliğimizin hem de bölgenin istikrarının güvene alınması isteniyorsa, kurulması öngörülen düzenin mutlaka yukarıda sözünü ettiğimiz türde bir vizyona dayanması gereği gözardı edilmemelidir.
YENİDEN GÜNDEME GETİRİLECEK OVAKÖY, SINIR KAPISINDAN ÇOK ÖTESİDİR
Irak Sincar ve ozellikle Suriye sınırındaki gelişmelerle, ABD’nin Suriye politikasindaki istikrarsız ve belirgin olmayan yaklaşımları tam da bu bağlamda, Turkiye’nin Irak sınırında Silopi ile Cizre arasında ve Habur'un yaklaşık 16 km batısındaki Ovaköy’de ikinci bir sınır kapısının açılmasını yeniden gündeme getirilmesini gerekli hale getirmiştir.
Ülkemize stratejik, ekonomik ve sosyal açılardan önemli kazanımlar sağlayacak olan bu proje sadece salt bir sınır kapısı olarak görülmemelidir. Konu bir paket program içinde ele alınmalıdır. Sınır kapısının bağlantısı, Ovaköy’den sonra, Kerkük Yumurtalık Boru hattı güzergahını ve servis yolunu takip ederek yaklaşık 3-4 Km sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırlarından Bağdat’ın münhasır yetki alanına girecek olan bir yol ile sağlanmalıdır. Bu yol, kurulacak iki köprüden sonra herhangi bir coğrafi-fiziki engelle karşılaşmadan Telafer üzerinden doğrudan Musul’a ulaşacaktır. Projenin stratejik kalıcı bir değer kazanması için, lojistik planda Türkiye’nin Körfez Bölgesine ve Arap Yarımadasına en kısa yoldan ulaşmasını sağlayabilmesi, bunun için de Irak’ın özellikle Ninovah (Musul) ve Ambar vilayetleri ile çok boyutlu ilişkilerini sürdürebilecek bir alt yapının geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Nusaybin’den, Suriye’yi bypass ederek Cizre üzerinden Irak’a Telköçek tarikiyle ulaşacak bir demir yolu ile takviye edilmesi yerinde olacaktır. Paket program, yukarıda sözünü ettiğimiz kara yolu ile bu yeni demir yolunun İskenderun ve Mersin liman terminallerine bağlanmasını da içermelidir. Böylece Ovaköy sınır kapısıyla bağlantıları hem Türkiye hem de komşuları için önemli bir ekonomik değer niteliği kazanacak ve Türkiye’nin yumuşak güç kullanımı açısından olumlu bir araç olarak devreye girecektir. Yeni popüler deyimi ile bu “mega-projenin”küresel etkileri de olacak; yaratılacak karşılıklı sürdürülebilir bağımlılık yoluyla Irak ile Suriye’nin, bizim de çıkarımıza olan toprak bütünlükleriyle siyasi birlikleri güçlenecektir. Bu da çeşitli bölgesel alt-grupların denetimde tutulmasını kolaylaştıracaktır.
Ovaköy’de ikinci bir sınır kapısı açılmasının sağlayacağı tüm yararlara karşın bu proje konusunda ilgili makamlarımızda görülen tuhaf isteksizliğin nedenleri arasında ekonomik çekincelerin üst sıralarda yer aldığına yukarıda işaret etmiştik. Gerçekten de bizlerin görev yaptığımız dönemde Dışişleri Bakanlığı’nın önemini vurgulamakta ısrarlı olduğu bu projeye karşı çıkanların kendi açılarından öne sürdükleri bir gerekçe de böyle geniş bir yapısal girişimin devlete “büyük” ve “gereksiz” bir masraf doğuracağı olagelmiştir. Bu, olsa olsa, mevcut durumun sürmesinde siyasi ya da ekonomik çıkarı olan sınırın her iki tarafındaki yerel unsurların elini güçlendirmek için öne sürülen bir gerekçe olabilir. Zira, önemli bir bölümü esasen mevcut alt yapının bir miktar tadili ile hayata geçirilebilecek olan ikinci sınır kapısı ve bağlantı yolları teknik açıdan bir zorluk arz etmediği gibi, öz kaynaklardan çok büyük bir bütçeye de ihtiyaç göstermemektedir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
E. Büyükelçi Osman Korutürk - E. Büyükelçi Selim Karaosmanoğlu