Türkiye, dün Konya Şehir Hastanesi’nde yaşanan cinayetle sarsıldı. Annesini kaybeden katil, hastanede kardiyoloji uzmanı doktor Ekrem Karakaya’yı silahıyla öldürdü. Katil, Konya Yunak İlçe Devlet Hastanesi’ndeki bir güvenlik görevlisiydi. Cinayetin ardından kendisine de ateş ederek intihar etti.
Olayın ardından Konya Şehir Hastanesi çalışanları iş bırakarak hastanenin önünde toplandı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) 7 ve 8 Temmuz’da iş bırakma kararı aldı.
Konuya ilişkin pek çok uzman, değerlendirilmede bulundu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya çağrı yapıldı. #GörüyormusunFahrettinKoca etiketi sosyal medyada trend topic oldu. Temel talep, sağlıkta şiddete uygulanan cezasızlık politikasının son bulmasıydı.
Bu konu daha önce de defalarca gündeme gelmiş, sağlık çalışanları sadece bu gündem nedeniyle, defalarca kez mitingler düzenlemiş, greve çıkmıştı. Bu mitinglerde sağlıkta şiddete yargıda tolerans gösterilmesinden şikayet ediliyor. Cezaların artırılması gerektiği vurgulanıyordu. Sorunu toplumsallaştıran diğer bir vaka da hekimlerin yurtdışına göç ettiği gerçeğiydi. Göç nedenlerinde de sağlıkta şiddet sorunu başı çekiyordu.
Bu haber karşısında bu toplumsal soruna biraz daha titiz yaklaşmak gerekmez mi? Hemen her gün, bir kamu hastanesinde hekime şiddet haberleri duyuyorsak derin bir nefes alıp düşünmek gerekmez mi? Bir toplum, nasıl bir travma karşısında böyle bir reaksiyon verecek hale gelir. Ya da bu toplum zaten böyledir de, bir takım konjonktürel önlemlerle sorun baskılanabilir. Cezaları artırmak, siyasal iktidarın söylemini değiştirmesi vs. vs.
İddia: Sorunun kök nedeni neoliberalizmdir
Sağlıkta şiddetin kök nedeni neoliberalizmdir. Bu ifadeyi, hemen tefe koyup, kenara atmadan önce, bu konuyu yakından takip eden sayısız sosyal bilimcinin, neoliberalizmin sonuçlarına ilişkin yazdığı geniş bir külliyat olduğunu hatırlatayım. Anaakım dışı fikirler, üniversitelerde kürsü bulmayabilir. Bu iddia aslında son derece popüler. Yani, iddia kestirip atılacak cinsten değil.
Neoliberalizm derken, 1980’den bu yana Türkiye’de ve dünyada uygulanan ekonomik-politik sistemin adından bahsediyoruz. Sistemin temel ekonomik önerisi, sermaye hareketliliğinin önündeki tüm engelleri kaldırmaktır. Gelişen teknolojiyle birlikte, akışkan sermaye, dünyayı birkaç saat içinde turlayabilir. Böylece dünyanın dört bir yanında, sermaye dalkavuğu rejimler ürer. Sermayeye en büyük teşviki ve garantiyi veren ülkeler, yabancı sermayeyi o nispette çağırmış olurlar ki, zenginleşmenin sırrı da budur. Sermaye girişlerinin kapısı, o ülkenin bankacılık sistemidir. Dolayısıyla, neoliberalizmin ana dişlisi, bankacılık sistemidir. Neoliberalizm bu sistemde yaşanacak sorunlara bu nedenle aşırı duyarlıdır. Bu duyarlılık karşısında, dikkatli olmak gerekmesine rağmen neoliberalizmin ana motivasyonu ekonomik büyümedir. Sürekli borçlandıran, borçlandırdıkça büyümek zorunda bırakan, büyürken yeniden borçlandıran ve gerçekten hızlı büyüyen bir sistemden bahsediyoruz. Başarı diye sattığı da budur. Fakat, sermaye üzerindeki kamu sınırlarının kaldırılmasının yarattığı sürekli risk, bir başka sorunu da beraberinde getirir. Finansal hareketlerin kırılgan yapısı nedeniyle, neoliberalizm, iç ve dış şoklarla tetiklenen finansal krizlere çok açıktır. Bu nedenle devletin, çok yıllı planlar yapabilme kabiliyeti azalır. Zira, planlara sadık kalabilmek de bu kadar dalgalı bir ekonomide mümkün değildir. Bu nedenle, 20’nci yüzyılın planlama kurumları, neoliberal dönemle beraber önemini yitirir.
Bu kısa bilgilendirmenin ardından “Sağlıkta şiddetin kök nedeni neoliberalizmdir” iddiasına dayanak kazandırabiliriz.
Türkiye’de sağlığı bir hizmet değil de, bir sektör olarak değerlendirmeye 80’li yıllarda Turgut Özal’la beraber başladık. Daha önce piyasalaşmamış bir alan piyasaya açılıyordu. Bu da doğal olarak ekonomik büyüme demekti. Büyüme ise finansmana erişimi kolaylaştırıyordu. Zenginleşmenin yolu da bu sisteme entegre olmaktı. Liberaller, sağlıkta özelleştirmenin bu olumlu yönüne yani ekonomik büyüme motivasyonuna lüzumundan fazla vurgu yaparak, onu savundular. Biraz daha insaflı sağcı politikacılar, “kamuda da yoksullar için sağlık hizmeti verilmeye devam edilecekse sorun yok” diyerek sistemin soluna geçtiler. Böylece, “sağ-sol kalmadı artık” masalı tüm dünyaya anlatılabildi. Kalmamıştı çünkü son derece gaddar bir politikayı tüm dünyaya dayattıkları için hemen herkes sağcı olmuştu da, sosyal yardım savunucuları sola geçmişti. Elbette bu bakış açısı politik bir çembere de kavuşmak zorundaydı ve bu tip bir gelişmeyi, özgürlükçü devlet perspektifiyle pazarladılar. O kadar ki, sağlık gibi kritik bir hizmeti, piyasa saldırganlığına açmaktan çekinen insanları arkaik düşünmekle, çağa ayak uyduramamakla suçladılar.
Fakat günün sonunda, tek bir ulus olduğunu iddia eden bir toplumda, hastaların bir kısmı aynı zamanda müşteri. Öyleyse bu ülkede ‘sağlık’ parası olanın satın alabildiği bir metadır. Üstelik bu parası olanlar, toplumun geri kalan kesimleri için imrenilecek hayatlar yaşamaktadır.
Bu metayı satın alabilecek parası olmayanlar ise hastalandığında kamu hastanelerinin yolunu tutar. Peki sağlığın bir yurttaşlık hakkı olduğu bilinciyle mi gidilir buralara? Hayır, sağlığın aslında satılabilen bir meta olduğu, reklamının yapıldığı ortadadır. O halde doktor, bu metanın üreticisi bir emekçidir. Hasta ise müşteri… Kamu hastanelerindeki hizmet de böyle kavranır. Sağlık, parasını devletin verdiği bir metadır. O halde, devletin bana sunduğu bu imkan ödülden farksızdır. Bazen sistem aksamaktadır ama ödül biraz kötü diye şikayet edilmemelidir. Bu kavrayışla, kamu hastanesinin yolunu tutan kişi, kendisinin bir müşteri olduğu zannıyla girer hastaneye. Nitekim, katkı payı ödemeleri yüzünden müşterilik bilinci kazanması kolaylaşır. Öyleyse doktorlar kamusal bir hizmetin parçası değilse ya da bir başka ifadeyle onlar da bir patronun maaşlı çalışanıysa neden fazladan saygıyı hak etsin ki? Üstelik görevleri bana hizmet etmekken…
Bunlar, neoliberalizmin bir sosyal sonucu olarak karşımızda duruyor. Bu sosyal sonuçlar evrensel bir sorun. Amerika’daki sağlık sistemi tüm dünyada tartışma konusu. Keza eğitim sistemi de… Sistem, ABD’de 1990’larda başlayan okul basma eylemleriyle alarm vermeye başlamıştı bile. Yani sadece biz yaşamıyoruz bunu. Fakat bu sistemin Türkiye yorumuna da değinmek gerekir. Birinci fark, ahbap çavuş ilişkileri… Her şeyin başında bu zamana kadar ki sağlık bakanlarının neredeyse tümünün sağlık patronu olması… Özel hastane sektörüyle siyasal iktidarın organik ilişkisinden tutun da, sektörün pastası dağıtılırken cemaatlerin-tarikatların etkisine kadar bir dizi ahbap-çavuş ilişkisi sayılabilir. Bunun dışında sistemin bu halde olmasında ulusal nedenlerimiz sıralanabilir. Yaklaşık 70 yıldır devam eden köyden kente göç sürecinin toplumsal sonuçları vurgulanabilir. Doktor neden elittir? Doktor neden aydınlanmanın yükünü omzunda taşır? Halkın gözünde doktoru, polisten ayıran nedir? Bu vb. sorular neoliberalizmin Türkiye yorumuna ilişkin ayrı bir yazının konusu olabilirdi.
Ama her ikisi de, yani hem ideal anlamda neoliberalizmin vadettiği de, neoliberalizmin çarpık Türkiye yorumu da sürdürülebilir değil. Amerika’da, okul basan psikopatlar varsa, bizde de onların hastane basanları var. Her ikisinin de her iki ülkede neoliberalizmin hortlamasıyla ortaya çıkması tesadüf mü? Sağlıkta şiddetin neoliberalizmle bir ilgisi yok mu?