Diyanet yetkilileri başta başkan Ali Erbaş olmak üzere hemen her gün gündem yaratacak demeçler veriyorlar. Açıklamaların içeriği ise büyük ölçüde tarihsel sinir uçlarına dokunduğu, dolaylı da olsa laikliği veya Mustafa Kemal’i hedef aldığı için tepki çekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet protokolünde, 52’nci sıradaki yerini 40 basamak birden yükselttiğine göre, belli ki Diyanet’in gündem yaratan demeçlerini onaylıyor. Dolayısıyla Diyanet yetkililerinin açıklamalarını rejimin politik söyleminden ayrı tutmak yanlış olur. Bu haliyle Erdoğan, laiklik üzerinden yeni bir çatışma zemini yaratarak kafası karışan taraftarlarını yanına çekmek, kökten dinci taraftarlarını ise militanlaştırmak gayretinde.
Bu eksende değerlendirilebilecek son açıklama Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Burhan İşliyen’den geldi. İşliyen’in, önceki gün Bilecik İl Müftülüğü’nü ziyareti yerel basına ve haber ajanslarına haber verildi. Çünkü şehir tarihinde bir ilk yaşanacak ve 4-6 yaş yatılı kız kuran kursu açılacaktı. Başkan Yardımcısı da burada gazetecilere hitap ederek şunları söyledi;
“12 yaşını doldurmayan çocukların camiye giremediği günlerden 4 yaştan ölünceye kadar her kademede her yaştan çocuğun Kur’an öğrenebildiği, maneviyatla tanışabildiği günlere gelmemizi sağlayan Rabbimize hamd olsun.”
Cumhuriyet tarihinin hangi döneminde 12 yaşın altındaki çocukların camiye girememiş olduğu belirsiz. Kuran eğitiminin 12 yaşından itibaren başlaması ise dini değil, pedagojik dayanakları olan bir konu. Ancak elbette aynı zamanda politik de bir konu. Pedagojiye saygı duyan politikayla, saygı duymayan politika arasında bir tercih yapıyor İşliyen.
Bilimin önüne konan inanç, politik tavırdır
Tercihini, pedagojinin önüne koyduğu inancından yana yaptığı için politikleşiyor, İslam dinini bir siyasal malzemeye dönüştürüyor. 4 yaşında bir çocuğun ailesinden ayrı ve yatılı biçimde din eğitiminden geçirilmesinin pedagojik olarak doğru olduğuna ilişkin bir konuşma dinleyebilseydik, bu durumda farklı bir değerlendirme yapabilirdik. Ancak bu önemli konu, malesef bilimsel bir tartışma zemininden uzakta değerleniyor. Mesele mağdurluğun halkın bilincinde yarattığı acıma hissinden faydalanarak meşruiyet kazanmak olunca, akıl devreden çıkıyor, duygular meseleye hakim oluyor. Aklın devreden çıkması için de çarpıtma ve yalan İslamcılık fikrinin vazgeçilmez bir aparatına dönüşüyor.
Çoğunluk olduğu zannedilen, azınlıktır
Türkiye’de siyaset uzuuunca bir süredir, ilkeler üzerinden değil, çoğunluğun tutumu üzerinden şekilleniyor. Çoğunluğun muhafazakar olduğu, muhafazakarların da aynı zamanda İslamcı olduğu varsayımı üzerinden, aslında yüzde 10 bile etmeyen İslamcılar tüm siyaset yelpazesini şekillendiriyor. Türkiye halkının Müslüman olmasını mesela hilafet istemesine indirgeyen bu yaklaşım, İslamcı hareketin mağdurun sesi olduğunu zannetmemize yol açıyor. Halbuki İslamcılık siyasi yelpazenin en sağında yer alan, son derece otoriter, radikal bir ideolojidir. Halkımızın Müslüman olması, onun bu radikal sağ ideolojiyi benimsediğini göstermez. Bugün bir referandum yapılsa ve laiklik mi yoksa hilafet mi diye sorulsa, muhtemel sonuç ezici bir çoğunlukla laiklik lehine olacaktır. Çünkü, yaklaşık 200 yıla yayılan, Cumhuriyetle beraber hızlanan toplumsal dönüşüm halkımız tarafından sindirilmiş ve onaylanmıştır. O halde, geniş Müslüman kesimler içinden İslamcı ideolojiyi ayırmak gerekir. Müslüman ayrı, İslamcı ayrıdır.
Siyasetçi İslamcı fikirlerini açıklamaktan korkar
Toplumumuz, İslamcıyı sadece siyaset yaparken tanıyor. Ancak kendi fikrinden İslamcı kadar korkan bir siyasi fikir neredeyse yoktur. İslamcı, aklındakini söylemekten tedirgin olur. Çünkü fikirleri öylesine yabancı gelir ki bu halka, saklamak en iyisidir. Zannedildiği gibi Müslüman halkımız İslamcı değildir çünkü. Mesela halkımız başörtüsünü benimsemiştir, ona sahip çıkmıştır da, bu sahip çıkma, Şule Yüksel Şenler’in fikirlerini benimsediği anlamına gelir mi? Örneğin, Şenler’in 15 Nisan 1970 tarihli Seher Vakti Dergisi’nde başörtüsüz kadınlara ilişkin şu yazdıkları bugün halkımızın ne kadarı tarafından benimsenmektedir?
“Vücutlarını açık saçıklıkla teşhir eden kadın ve genç kızlarımızın, açıklıkları dolayısıyla erkekler tarafından hayvani hislerin galip olduğu en çirkin nazarlara, en müstehcen ve alaylı sözlere, en biçimsiz ve münasebetsiz hareketlere maruz bırakıldıkları hepimizin malumu olan bedihi bir hakikattir. Genç kız ve kadınların, açıklık ve saçıklıklarını büyük bir fütursuzlukla günden güne ifrada vardırmaları, netice olarak gözle sarkıntılık, sözle sarkıntılık, ve nihayetelle sarkıntılık vakalarının süratle inkişafına sebebiyet vermiştir.”
Şenler’e göre taciz ve tecavüzün nedeni, kadınların tesettürlü olup olmamasıyla ilgilidir. Kadın eğer açık seçik giyinmişse taciz edilmesi normaldir. Kadın cinayetlerinin toplumsal bir krize dönüştüğü 2010’lu yıllarda başörtülü veya başörtüsüz fark etmeden Şenler’in bu yazısını okuttuğumuz kaç kadın meseleyi Şenler gibi analiz eder? Şöyle devam ediyor Şenler;
“Yine kendileri ne kadar ciddi olursa olsun açık seçik kıyafetli kız ve kadınlara, 'Canım… Yavrum… Hayatım…' gibi hatta çok daha çirkin laflar atan en serseri tipli erkekler dahi, İslami emirlere göre örtünmüş mesture kız ve hanımlarımıza her yerde her zaman şahit olmaktayız ki; 'Bacım, kardeşim hemşirem' tesettürlü yaşlı hanımlara ise 'Anam' veya 'Valide Hanım' şeklinde hürmet ve tazimle hitabetmekte onları hakiki birer bacıları, hemşireleri, anneleri gibi görmekte ve en büyük saygıyı göstermektedirler.”
Şenler’in ne demek istediği açık. Kendisi, ‘Şulebaş’ olarak bilinen, bugün de kadınların önemli bir kısmının benimsediği örtünme biçimini 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’ye tanıtan isimdir. Halkımız Şenler’in örtünme biçimini benimsemiştir de fikirlerini benimseyebilmiş midir? Mesela 1 Eylül 1970 tarihli Seher Vakti dergisinde şu yazılanlar kamusal alanda söylense ne tepki gelir?
“Camileri, camilikten çıkarıp Halk Evleri’ne benzetmek, Halk Evleri’ni cami yapmak, ibadet usullerini ibadet vakitlerini bozmak, değiştirmek, namazlarda okunan Kuran’ın Arapça okunmasını yasak etmek istediler. Köylerde açtıkları komünist batakhanelerini (köy enstitülerinden bahsediyor Y.N.) iffet ve ahlak mezbahaları haline getirdiler. İçkili, danslı ziyafetlerde kız öğrencilere sakilik ettirdiler. Toplantılarda mumlar söndürüldü, oldu-bitti’ler örtbas edildi”
Sözüm ona, köy enstitülerinde kız çocuklarına tecavüz ediliyor, onlara içki servisi yaptırılıyormuş. Yazının satır arasına yerleştirilmiş Alevi düşmanlığına girmeyi ise açıkçası midem kaldırmıyor.
Türkiye bir yol ayrımında. Ya fikirlerini açık yüreklilikle söyleyemeyecek kadar radikal bir ideoloji olan İslamcılığı çoğunluğun fikri zannedecek ya da bu radikal ideolojiyi tecrit edecek ve geniş Müslüman kesimleri İslamcı manipülasyonun elinden kurtaracak.