Haziran 2011 seçimleri, cumhuriyet tarihinde bir eşiğin aşılması anlamına geliyordu. İlk kez, tek başına iktidar olan bir parti, girdiği 3’üncü seçimde de birinci olmakla kalmıyor, bir de 3 seçimde oyunu yükseltme başarısı gösteriyordu. Bu haliyle 2011 seçimleri AKP’ye o zamana kadar oy vermemiş muhalif kitlelerin zihninde önemli bir kırılmaya neden oldu. Bu kitleler 2011 seçimleriyle beraber AKP’nin arkasında duran seçmen desteğinin bir sınıfı, bir zümreyi, bir kesimi ya da bir kimliği tarif ettiğini farkına vardılar. AKP seçmeni bireysel kaygılarla bir araya gelmiş bir topluluk değil, siyasi tarihimizin Demokrat Parti’den, Adalet Partisi’nden, Milli Nizam Partisi’ne kadar açılan sağ geleneğinin kitle tabanını oluşturuyordu. AKP, 1970’li yıllarda görülen milliyetçi cephe hükümetlerinde deneyimlediğimiz bir sağ koalisyondu ve bu koalisyonun ayakta kalabilmesi için bir mite dönüşmüş büyük bir liderliğe ihtiyaç duyuyordu. O liderin görevi de sağ siyasette herhangi bir gediğin açılmasına müsaade etmemek, muhalefet cephesindeki yarılmalardan faydalanmak olacaktı. Öyle de oldu. Erdoğan’ın siyasi kariyerinde hiç sekmeden takip ettiği çizgi, sağda birlik oldu. Karşı mahalleden de oyuncu transfer etmeyi yeri geldiğinde tercih etti. Geleneğini devraldığı Milli Görüş çizgisi ise marjinal oy oranlarına hapsoldu. Bu haliyle 2002’den 2016’ya dek, yüzde 5’in üzerindeki oy oranıyla bu çizgiyi bozan tek parti MHP’ydi. 2016’dan sonra ise İYİ Parti oldu. Daha sonra Deva ve Gelecek Partileri sağda birlik algısını dağıtan performanslar gösterdi. Artık karşımızda nizam tesis edebilecek kudrette iki blok var; Cumhur ve Millet İttifakı…
Bunca kudretiyle memleketin siyasi birikimi 2022 yılında karşımızda böylece duruyor. Geçim sıkıntısı gündemi domine ettiği için de iki siyaseti kafa patlattığı temel konu ekonomi. İktidar bloğu bu olağanüstü bunalımdan siyasi olarak kurtulmanın peşinde. Muhalefet bloğu bu bunalımı teşhir etme, bu esnada çok parçalı bir bütün halini korumaya çalışmakta.
Halkın yoksulluğunu teşhir etmek anlamlı mı?
Önümüzdeki seçimlerin sonuçlarını belirleyecek temel gündem ekonomi olmasına rağmen halkın yaşadığı endişelerin önemli bir kısmı siyaset arenasında karşılık bulmuyor. Geniş yoksul kesimler, kamu vicdanına yara açan açlık, yoksulluk manzaralarıyla karşı karşıya. En düşük gelirli kitleler gıdasının kalitesini değil miktarını azaltmaya başladı. Tablo korkunç. Siyaset de bu tabloyu kendi üslubuna uygun biçimde resmetmeye çalışıyor. İktidar büyük ölçüde görmezden geliyor, toplumun karşısına bu konunun dışında başkaca sorunlar koyuyor. Muhalefet ise halkın her gün yaşadığı bu yoksulluğu yine halka teşhir etmek için lüzumundan fazla emek harcıyor. Bir taraf “Avrupa’da akaryakıt daha pahalı” diyerek halkı manipüle etmeye çalışıyor, diğer taraf “benzin, mazot 20 TL, hemen seçim” diyor. Mutlaka partilerin ekonomi kurmayları detaylı programlar hazırlıyorlar ancak partilerin önde gelen isimleri bu programların iletişimini hayata geçirmiyor. Dışarıdan görünen manzara bu.
Tüm bu vasat içinde gündelik krizler sistemimizi sallarken, tüm gündem ekonomi olmasına rağmen ekonomik anlamda da bir çok sorunu konuşmaya vakit kalmıyor. Konuşmak için önümüze koyduğumuz konular da ya üzerine konuşmaya bile değmeyecek değerde ya da çözülmesi son derece basit sorunlar. Kar felaketi karşısında TEM’in hangi idarenin yetki alanında kaldığını tartışarak oyalanıyoruz ama İstanbul’un altyapı sorununu konuşamıyoruz. “Finlandiya, İsveç, Norveç gibi aylarca kar altında kalan ülkeler bu sorunu nasıl aşıyor” diye tartışamıyoruz. “Kar felaketi dediğin 10 yılda bir gelir, o da 1 haftada geçer gider” denebilir. Birkaç yıl içinde ulusal güvenliğimizi tehdit edecek bir felaket olan Marmara Depremi’ne giderek yaklaşıyoruz. Onu da konuşamıyoruz. Bunların neden konuşulmadığı anlaşılabilir. Bunlar, birkaç saatte çözüme kavuşmayacak, uzun vadeli konular. Bu yüzden gündelik krizler masada, yapısal sorunlar rafta duruyor. Ne büyük çürüme…
Gecekondular, kooperatifler, konut kredileri…
Marmara Depremi’ni, iklim krizini, İstanbul’un altpayı sorununu, Ankara’nın doğusunun hala sanayileşememiş olmasını, eğitim sistemimizi, sağlık sistemimizi yeterince tartışamıyoruz. Peki ama hiç değilse ev fiyatlarını konuşmasak mı?
Toplumumuzun giderek şiddetlenen bir konut sorunu yok mu? Ev sahibi olma hayali kuran kaldı mı? Bunca kiracıyla 20 sene sonra nasıl bir emeklilik sistemi kurmaya çalışacağız? Emeklilerin çoğunun kiracı olduğu, emekli maaşlarının açlık sınırı altında olduğu bir ülkede yaşanacak sosyal krizleri nasıl atlatacağız? Merkez Bankası’nın aralık ayı verilerine göre Türkiye çapında konut fiyatları yüzde 66,6 oranında arttı. Aynı verilere göre İstanbul’da 1 metrekare konutun bedeli ilk kez 10 bin TL’nin üzerine çıkarak 10 bin 93 TL olarak hesaplandı. Yani İstanbul’da 100 metrekare bir ev sahibi olmanın ortalama bedeli milyon TL’yi geçti.
Kiralar ise ateş pahası. Bu soruna ilişkin adım atılmazsa, bugün ev alamayan ücretli kesimler yarın üç kuruşluk maaşlarıyla hem kiracı hem emekli olacaklar. Bu halleriyle bir de özelleşen sağlık sisteminden faydalanmaya çalışacaklar. Geçmişte bu sorunları köyle kurduğumuz bağ ile çözüyorduk. Bir ara kente göçüp gecekondular diktik. Daha sonraki yıllarda kooperatifler, emekli ikramiyeleri bir biçimde bizleri ev almaya yaklaştırıyordu. 2000’lerde konut kredileri patladı. 2010’lu yılların sonuna kadar evimizi banka kredisiyle aldık. Peki ya şimdi? Nasıl çözeceğiz konut sorunumuzu? Bu faizlerle, ateş pahası olan ev fiyatlarıyla? Bunca gündelik krizin ortasında bu devasa sorunu konuşmaya vaktimiz var mı?