CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun otomobillerdeki ÖTV’yi indireceğini açıklaması ilgiyle karşılandı ve bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Tartışmanın etrafında şekillendiği soru şu; “Otomobillerdeki ÖTV’yi düşürmek doğru mudur?”
Yanlıştır diyenlerin bir kısmı böyle bir uygulamanın otomobil talebini ve dolayısıyla cari açığı artıracağını söylüyor. Bir kısmı, vergi indirimlerinin piyasadaki para miktarını artıracağı için enflasyona neden olacağını söylüyor. Sorunu önce parçalarına ayırıyor ve her parçayı bir mühendis titizliğiyle ele alıyorlar. Fakat günün sonunda bu metot, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları da beraberinde değerlendirip, bütünlüklü bir okuma yapmayı engelliyor. Otomobil fiyatları düşerse, otomobil talebi artar, bu durumda ithalat artacağı için vs. vs.
Fakat “dar finans gözlüğü” politikayı da ekonomi gibi kavrıyor ve Kılıçdaroğlu’nun ÖTV indirimi önerisini “popülizm” olarak yorumluyor. Ne demek bu popülizm ve ne anlamda kullanılıyor?
Kelimeyi, tam olarak Türkçeye çevirince, “halkçılık” demek mümkün. Fakat, kelimelere duygular yüklediğimizin farkındayım. “Halkçılık” terimi, Atatürk’ün ilkelerinden biri olduğu için olumlu duygulara sahip. Buna karşılık “popülizm” terimini negatif duygularla hatırlıyoruz. O halde, halkçılık diye çevirmemek gerekir.
Mesut Yılmaz’ın literatürümüze soktuğu, bir terim olarak “Halk dalkavukluğu” ifadesi, bence popülizmin Türkçe karşılığı olarak kullanılabilir. Her iki terimde de benzer bir negatif duygu yüklemesi var.
Fakat, duygularımızın bizi manipüle etmesine izin vermeden düşünelim; halkçılık ya da halk dalkavukluğu olarak çevrilebilecek bir şey, fena bir şey olmayabilir, değil mi?
Değil! Çünkü, “popülizm” terimiyle kast edilen, halkın faydasını gözeten bir siyaset etme biçimi değil. Peki nedir kasıt? Toplumun hakim kimliğine, (mesela ABD’de beyaz, anglo sakson, protestan, Brezilya’da Katolik elbette Türkiye’de sünni*) yaslanarak siyaset yapan bir anlayıştan bahsediliyor. Fakat, bunun 20’nci yüzyıl faşizminden ne farkı var diye sorulabilir? Hitler de Almanya’nın hakim kimliğine yaslanıyordu.
Hitler, bunu, henüz dünyanın uzaydan çekilen bir fotoğrafını görmemiş insanlar içinde yapıyordu. O zamanın ruhu, öyle bir faşizmi çağırmıştı. Fakat 21’inci yüzyılda, işler daha farklı yürüyor. Zaten pek çok sosyal bilimci, popülizm yerine “neofaşizm” diyor.
Hakim kimliğe yaslandıktan sonra, kapitalizmin dayattığı tüm sınıfsal eşitsizlikleri manipüle etmeye başlıyorsunuz. Her yerde, yoksulluğun temel nedenini, eşcinsellere, azınlıklara, mültecilere yüklemek evrensel bir metot. Ama yerel örnekler de bulabilirsiniz. Mesela, ABD’de, “yoksulsunuz çünkü siyahlar Beyaz Saray’ı ele geçirdi” diyebilirsiniz. Bunun Türkiye’deki versiyonu “CHP’lilik”tir. Buradaki popülistler, “Yoksulsunuz çünkü CHP’liler devleti ele geçirdi” gibi bir heyula yaratabiliyorlar.
Şimdi böyle lanet bir siyaset etme biçimini, “halkçılık” olarak çevirmek bu nedenle yanlış. Halkçılık üzerinde negatif bir duygumuzun olmadığı bir terim. “Halk dalkavukluğu” daha yakın olabilir fakat o da muamma.
İyi de, “popülizm” böyle bir şeyse, Kılıçdaroğlu’nun ÖTV indirimi nasıl popülizm olarak yorumlanabiliyor?
Çünkü, bu yazıda okuduklarınız, bir kesim insana göre doğru ama eksik. Onlara göre ben bu zamana kadar “Sağ popülizmi” anlattım. Bunun bir de “sol popülizmi” var. İşte o da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı. İddia bu yönde.
Bu iddiayı dillendirenlere göre, kamu, toplumsal sınıflar arasında, mesela emekçi ile patron arasında “tarafsız” olmalıdır. Kamu, sınıflar arasında, piyasanın yarattığı dengeyi bozucu bir faaliyetin içinde olursa, bu durum belki kısa vadede arzu edilen sonucu verebilir ama uzun vadede eskisinden kötü hale gelirsiniz. Ayrıca, sermaye hareketleri de serbest olmalıdır. Sermaye dilediği zaman ülkelere girebilmeli, çıkabilmeli, yavaşlatıcı veya külfetli bir denetime tabii olmamalı. Yabancı sermayenin, giriş kapısı olarak bankacılık sistemi dizayn edilmeli. Krediler, enflasyon yaratmadığı ölçüde maksimum seviyede kullanılmalı. Neden? Çünkü piyasa en iyi sonucu sağlar. Bunun başka bir alternatifi yok.
Bu iddia, yaklaşık 40 yıl önce, dünyada tümüyle egemen görüş haline geldi. Sermaye hareketlerinden pay alabilmek için, devletler, sermaye üzerinden alınan vergileri sert biçimde azalttılar. Mesela, 1980 yılında ABD’de şirket gelirleri üzerinden alınan kurumlar vergisi oranı yüzde 48’di. Bugün %21. ABD sermaye ihraç eden bir ülke olarak, bu adımıyla, tüm dünyadaki sermayesini ülkesine çağırmış oluyordu. Buna karşılık çevre ülkeler de benzer vergi indirimleri yapmaya zorlandı.
O halde, şirketlerin vergi yükü azaltılıyorsa hazineyi kim besleyecek? Böylece vergi tabana yayılmaya başlandı. Bunun iyi bir gelişme olduğu, böylece vergi yükü altında ezilmeyen sermayenin rahat rahat yatırım yapıp istihdam yaratacağı anlatıldı. Halbuki biriken sermaye vergi cennetlerine akmayı tercih etti. Geniş halk kesimlerinin sırtına binecek olan genel tüketim vergileri, böylece 1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada önem kazanmaya başladı. Bizde de 1985 yılında Katma Değer Vergisi, 2003 yılında Özel Tüketim Vergisi getirildi. Bugün bu iki vergi, bu yılın ilk yarısında, Hazine’ye giren her 10 liranın 4 lirasını oluşturuyor.
Son 40 yıldır uygulanan neoliberal program, yıllar içinde orta sınıf olarak tarif edilen, kentli meslek sahibi, ücretli kesimlerin dağılmasına neden oldu. Bu sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşandı. Orta sınıfın daha güçlü olduğu Batı’da dağılma biraz daha geç olmuşsa da batıda da neoliberalizmin şiddetli örnekleri görülmeye başlandı. Fransa’da sarı yelekliler isyanı sırasında tüm dünya süreci endişeyle takip etti. Üstelik, “finansal krizler, sadece çevre ülkelerde olur” önermesi de 2008 Küresel Finans Krizi’yle birlikte tarihe karıştı. 1929 Krizi, 16 yıl sürmüştü. İçine bir de İkinci Dünya Savaşı’nı dahil etmişti. Tüm dünya 14 yıldır, 2008 Finans krizinden bu yana yeni paradigmasını arıyor. Henüz bulunabilmiş değil.
Yani, 40 yıldır dünyadaki hakim düşünce olabilir fakat son 14 yıldır sistemin iflas ettiği belli. Fakat krizin çatlakları tüm dünyada neofaşizme nefes veriyor. İnsanlığa iklim krizi, göçmen krizi, finansal kriz gibi bir dizi de yıkımı olmuş bir sistemden bahsediyoruz.
Bu sistemin savunucuları, popülizmi, halkçılık olarak görüyor. Halkçılığın da popülizm olduğunu söylüyor. “Sınıflar arasında tarafsız olman gerekir, sen taraf tutuyorsun, emekçiden yana hamle yapıyorsun, o halde sen de popülistsin” diyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun otomobillerdeki ÖTV’yi indireceğiz vaadi böylece neofaşizme denk hale getiriliyor. Bunu da AKP karşıtı demokrat insanlar yapıyor. Bence haksızlık ediyorlar.