Arkalarında, kendilerini hep suyun üzerinde tutacağına inandıkları bir seçmen kitlesi bulunan bazıları için, bu “konfor alanı”na yerleşip orada eğleşerek siyaset yapmak bir tercih olabiliyor. Bu siyaset erbabının geniş bir ezber kataloğu vardır, listeden beylik lafız seçerek konuşurlar. İdare-i maslahatçılık, bunlar açısından sorumluluktan ve risk almaktan kaçınmanın yoludur. Seçmen garantili konfor alanı, idare-i maslahatçıyı yeni söz söyleme ve gerçeklik denetimi yapma zahmetinden uzunca bir süre kurtarır. Kürt ya da İslamcı, laik veya aşırı Türk milliyetçisi fark etmez, kimlik eksenli siyasetin zaaflarından biri olan düşünce tembelliğine kendilerini kaptıranları bekleyen büyük tehlike, sonunda gerçeklikle bağlarını yitirerek değişimin gerisinde kalmak ve aşılmaktır.
Baykal’ın CHP’si bu akıbete uğramıştır.
İktidardaki AKP ve ortağı MHP de öyle. Çoktan aşılmışlardır. Bu gerçeğin teyidi ve herkesçe kabulü için ülkenin gayrimeşru olmayan bir genel seçime götürülmesi yeterlidir.
“Seçmen garantili” HDP’de de bahse konu konfor alanı hastalıklarının semptomları dışarıdan görünür hale geliyor.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Kürt sorununu HDP’yle çözebiliriz” minvalinde konuştuğunun öğrenilmesi buna vesile oldu.
Gazeteci Günel Cantak tarafından hazırlanan ve geçen günlerde yayınlanan “Kemal Kılıçdaroğlu ve İttifakları” adlı belgeselde CHP Genel Başkanı görüşlerini şöyle ifade etmişti:
“Kürt sorununu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. Devlet dediğiniz kurum gayrimeşru bir organla muhatap olmaz. Erdoğan bunu yaptı. Devleti İmralı ile muhatap kıldı. Mesela İmralı meşru bir organ değil. (...) HDP’yi meşru bir organ olarak görebiliriz. (...) Parlamentonun içinde bulunuyor ve görevini yapıyor. Dolayısıyla eğer bu sorun çözülecekse meşru bir organla da biz bu sorunu çözebiliriz.”
Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerinin 19 Eylül’de haberleştirilmesinden birkaç saat sonra ise HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, tepkisini Twitter hesabından paylaştı:
“Kürt sorununun çözümünün yegâne muhatabı HDP değil ama bu sorunun çözümü adına bugün demokratik siyaseti var eden ve kolaylaştıran başlıca aktör HDP’dir. Ama asla unutulmaması gereken şey demokratik çözümün adresi ve asıl muhatabı İmralı’dır”.
Kılıçdaroğlu, Kürt sorununun parlamento çatısı altında çözülmesi gerektiğini yıllardır söylüyor. Bu beyanın Türkiye’nin mevcut şartlarında gerçekçi bir önerme olmaktan ziyade meşru bir temenni olduğu açık. Söz konusu söylemin, muhalefetin kilit unsuru HDP’nin Millet İttifakı tabanının çoğunluğu tarafından meşru ve normal bir aktör olarak kabul edilmesine katkıda bulunduğu inkâr edilemez. HDP’yi de doğal ortak olarak içselleştiren bir muhalefetin, hedefi parlamenter demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükler olan bir fiili işbirliği ancak bu sayede kolaylaştırılabilir.
“Çözümün adresi ve asıl muhatabı İmralı’dır” şeklindeki önerme ise artık geçerliliği ve gerçekçiliği pek de sorgulanmayan bir ezbere dönüşmüş durumda.
Mamafih ezberlerin etkisi her zaman aynı olmuyor, tekrarlandığı andaki konjonktüre göre değişiyor.
Öcalan’lı ezberi, Sezai Temelli’nin Kılıçdaroğlu’na tepki olarak tekrarlaması ise iktidarın çıkarlarına hizmet ediyor. Çünkü bu ezber, Millet İttifakı’nın milliyetçi tabanındaki HDP şüpheciliğini artırıyor ve dolayısıyla HDP’nin doğal bir partner olarak benimsenmesine, Kılıçdaroğlu’nun bu yönde gösterdiği iyi niyetli çabaya rağmen ket vuruyor.
Ayrıca, bir erken seçim ihtimalinin gözle görülür, elle tutulur biçimde güçlendiği ve iktidarın da gidici olduğunun daha çok algılandığı şu dönemde HDP’nin, AKP ve Erdoğan sonrasına yatırım yapmak için bugünden Millet İttifakı nezdinde pazarlık gücünü artırmak için pozisyon alması anlaşılır bir tutum. HDP, “cepte” görülmemek için konumunu Millet İttifakı nezdinde izafileştiriyor. Geçenlerde Gültan Kışanak’ın “Millet İttifakı bu haliyle güven vermiyor” diye konuşmasına, Garo Paylan’ın “Millet İttifakı’nın bir parçası olmak asla istemiyoruz” demesine bu açıdan bakılabilir.
Ama Sezai Temelli’nin Öcalan’ı adres ve muhatap olarak göstermesi HDP’yi izafileştirmekten öte olumsuz anlamda ayrıştırıcı bir tutum olmakla kalmıyor, mevcut konjonktürde gerçekçi ve geçerli de değil; günümüzün gerçekliğiyle alakasız.
Özetle, şu nedenlerden ötürü:
Türkiye’nin Kürt sorunu, önce 2012’nin yazında Suriye’de Kürt kantonlarının kurulması sonucunda bölgeselleşti, ardından 2015’in sonunda Rusya ve ABD’nin Suriye’ye farklı gerekçelerle askeri müdahalede bulunmasının akabinde de uluslararasılaştı.
Bu iki belirleyici gelişmeye de Erdoğan iktidarının Suriye politikası yol açmıştır.
PKK-YPG, ABD’nin himayesindedir.
Türkiye’nin Kürt sorununun sıklet merkezi Türkiye’yi terk etmiştir. Bu merkez artık PKK-YPG güçlerinin yoğunlaştığı Suriye-Irak eksenindedir.
Bu “eksen kayması”na yol açan gelişmelerden biri ABD’nin müdahalesi ise, diğeri de Türkiye’deki çatışmasızlık durumuna 2015’te siyaset icabı son verilmesinin akabinde PKK’nın kent ve kır örgütlenmelerinin dağıtılmasıdır.
Netice şu oldu: Türkiye, toprak bütünlüğüne ülke içinden yönelen PKK tehdidini askeri yöntemlerle bertaraf etti ama diğer taraftan kendi Kürt sorunu üzerindeki kontrolünü yitirdi.
2012 sonbaharında Ankara’nın “İmralı”yı dışlamayıp bu kez eksenine oturttuğu yeni bir çatışmasızlık dönemini kurgulamasının tek nedeni, 2014’teki çok kritik seçim süreçlerinin terör tehdidi olmadan aşılması değildi. Sözde sürece “İmralı” adının verilmesi ve Öcalan’ın bu kez “kullanışlı muhatap” olarak konumlandırılmasının daha önemli nedeni, Suriye’de Kürt kantonlarının kurulmasıydı. “İmralı süreci”, bu hususta devletin elindeki en önemli “yerli siyasi sermaye” olan Öcalan’ı, Türkiye’nin Kürt sorunundaki bölgeselleşme dinamiğini dengelemek ve kontrol etmek amacıyla kullanmayı amaçlıyordu. İnisiyatif başka ellere geçmesin istenmişti. Amma velakin korkulan oldu.
Acayip olan, kaynağında demokrasi, hukuk ve insan hakları açığı bulunan Kürt sorununa, AKP iktidarının Türkiye’yi 2008’den itibaren içinde soktuğu bir otoriterleşmenin sathı mailinde çözüm aranıyormuş gibi yapılmasıydı. Kürt sorununun demokratikleşme zemininin dışında çözülmesi zaten mümkün değildi ve tabii ki bu sözde süreç, azgınlaşan bir otoriterliği takip etmek üzere, korkunç kanlı bir biçimde sonlandırıldı.
Sözün kısası, mevcut konjonktürde Kürt sorununa çözümün adresi ve muhatabı Öcalan olamaz. Türkiye bu kez samimi olarak da istese, bugünkü konjonktürde kendi Kürt sorununu kendi inisiyatifiyle ve Öcalan’la çözemez çünkü işe Rufailer karışır. Onların isteklerini ise kendi çıkarları şekillendirir, Türkiye’nin ve Kürtlerinki değil.
Bugün Kürt sorununun gelecekteki çözümü için sürdürülebilir tek gerçekçi politika, Türkiye’de çoğulculuk ve katılımcılık değerleri üzerinde yükselecek hakiki bir parlamenter demokrasi kurulmasına, hukukun üstünlüğünün tesisine ve normalleşmeye öncelik veren bir toplumsal-siyasal ittifak gündeminin ilerletilmesidir.
“İmralı” artık muhatap ve adres değil
Arkalarında, kendilerini hep suyun üzerinde tutacağına inandıkları bir seçmen kitlesi bulunan bazıları için, bu “konfor alanı”na yerleşip orada eğleşerek...