Türkiye’nin içinden geçtiği göçmen krizi, geniş muhalif kesimleri de ikiye bölmüş durumda. Yanlış anlaşılmasın, hemen herkes Türkiye’nin bir göçmen krizi olduğunu farkında. Hemen herkes, mevcut göçmen nüfusu Türkiye’nin kaldıramadığını farkında. Hemen herkes, soruna el atılmazsa gelecekte çok daha büyük sorunlar ortaya çıkacağını görüyor. Hemen herkes göçmenlerin kendi yurtlarına gönderilmesi gerektiğini de düşünüyor. Ben dahil.
Hemen herkes aynı şeyi söylüyor ancak aynı şeyi söyleyen kesimler birbiriyle aynı dili konuşmuyor. Sanki aynı şeyi biri İngilizce, diğeri Fransızca söylüyor da bu iki kesim birbiriyle anlaşamıyor. Anlaşamadıkları yetmiyormuş gibi aynı dili konuşmayan kesimlerden biri diğerine hakaretler yağdırıyor.
Göçmen krizine ilişkin en iddialı söylem Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ’a ait. Özdağ diyor ki; “Zafer Partisi iktidarında Türkiye’deki tüm sığınmacılar 1 yıl içinde vatanlarına geri dönecek, gerekirse zorla.”
Özdağ, meseleyi, Türk milliyetçiliği çerçevesinde ele alıyor. Burasının Türk vatanı olduğunu, Türk vatanında hakim kimliğin Türklük olması gerektiğini, vatanın lunapark olmadığını vurguluyor.
Ben hali hazırda yaşadığımız göçmen krizini kabul etmekle birlikte, Özdağ’ın krizi ele alma biçimini doğru bulmayanlardanım. Çünkü böyle bir tondaki milliyetçi söylemin, sığınmacı meselesi geride kaldıktan sonra yumuşamayacağından, sığınmacıların ardından sıranın başkaca kimliklere yöneleceğinden, otoriter bir düzen tesis edeceğinden, emekçi sınıflar için çalışma rejiminin daha da baskıcı hale geleceğinden endişe ediyorum. Bu yüzden öfke dilinin yerine, plancı, rasyonel bir dilin inşa edilmesinin bu toprakların faydasına olduğunu düşünüyorum.
Göçmen krizinin halk kesimlerinde yarattığı haklı tepkiyi tümüyle anlıyorum. Kadınların, işçilerin, kent sakinlerinin yaşadığı sorunları gözlüyor, bu kesimlerin tepkilerine anlayışla yaklaşıyorum. Sorunun bir an önce çözüme kavuşması gerektiğini de farkındayım. Üstelik bir kent sakini olarak sorunun muhataplarından biriyim.
Göçmen krizini ele alırken, meseleyi sınıflar çerçevesinden değerlendiriyorum. Suriyelileri sömüren küçük ve orta büyüklükteki imalat sanayi işverenleri ile Suriyeliler işe alındığı için işinden olmuş sanayi işçisini aynı teraziye koyamıyorum. Keza, kentli meslek sahibi orta sınıfların milliyetçi duyarlılıklarının da sınıfsal özelliklerinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Meselenin milli güvenlik bağlamı olduğunu reddetmemekle birlikte, ekonomideki kötü gidişat nedeniyle krizin büyüdüğünü gözlüyorum.
Fakat, rüzgarı arkama almayı reddediyorum. Yazarken, konuşurken bazı ifadeleri kullanmaktan imtina ediyorum. “İstila” diyeni anlamakla birlikte, yaşadığımız krizi istila olarak adlandırmayı tercih etmiyorum. Hamasi milliyetçilikten ziyade demokrat yurtseverliği tercih ediyorum. Türk yoktur demiyorum ama Türklük vurgusunu arzu edildiği ölçüde ve yerde kullanmıyorum. Suriyeli işçiyi sömüren Türk işverenle, fabrikanın önünde iş bekleyen Türk işçinin aynı geminin içinde olduğunu düşünmüyorum. Hatta, Türk işçinin, Suriyeli işçiyle ortak çıkarlarının daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Bunun yerine Türklük vurgusunu fazlaca kullanırsam, güvenli bir alanda konuşabileceğimi de biliyorum. Bu sayede rüzgarı arkama alabileceğimi de farkındayım. Fakat bu dili kullanma zorunluluğuna şüpheyle yaklaşıyorum. Bu zorunluluk halinin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu dilin muhalefeti parçalayacağından da endişeliyim.
Türk düşmanı değilim fakat Türk milliyetçisi de değilim. Kendimi milliyetçi olarak tanımlamamakla birlikte milliyetçi siyasetleri objektif bir gözle kendi hayat görüşüm çerçevesinden değerlendirmeye çalışıyorum.
Yetmez ama evetçi miyim? Hayır. Bir fon aldığım için mi böyle düşünüyorum? Hayır. Bunların suç olduğunu da düşünmüyorum. AKP’li miyim? Hayır. CHP’li miyim? Hayır. HDP’li miyim? Hayır. Herhangi bir partiye de mensup değilim. Atatürkçü müyüm? Kendisine Atatürkçüyüm diyenlere baktıkça bu sıfattan da soğuyabiliyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu topraklarda halklaştığını, bir kurucu değer olduğunu görüyor ve buna seviniyorum. Atatürk’ün bu topraklara egemen kıldığı aydınlanma geleneğinin bir parçası olduğumu hissediyorum. Saltanatın yani tek adam sultasının, hilafetin yani din sultasının karşısındayım. Kapitalizmin yani paranın sultasına da karşıyım. Aydınlanma felsefesinin üç ayağının bunlar olduğunu düşünüyorum.
Tüm partilerin tabanlarına eşit mesafede durmanın gazeteciliğin gereği olduğunu düşünüyorum. Özdağ’a, Kılıçdaroğlu’na ya da Erdoğan’a oy veren kesimlerin hiçbiriyle bir alıp veremediğim yok. Halka kızmayı hiçbir koşulda doğru bulmuyorum. Fakat herhangi bir mahalleye dalkavukluk etmeyi de içim kaldırmıyor.
Bu memlekette doğdum, burada büyüdüm. Herkes gibi memleketimi seviyorum. Anadilimi konuştuğum bu toprakların dışında bir yerde yaşamayı düşünmek bile istemiyorum. Ama Türk bayrağını üç kez öpüp alnına koyan uyuşturucu kaçakçılarından da onları koruyup kollayan bürokratlardan da tiksiniyorum. Bu milliyetçi hamasetin milyonları manipüle etmek için elverişli bir silah olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu hamasetin günü geldiğinde Erdoğan tarafından ustaca kullanılabileceğinden de hiç kuşkum yok.
Ilık su solcusunun ne demek olduğunu bilmiyorum. Ama bu ifadenin kastettiği anlamın farkındayım. Hayatımın hiçbir döneminde şu anki iktidara yakın olmadım. Ama en milliyetçi dilin en muteber muhalefet olduğunu da düşünmüyorum. Aksine, milliyetçi hegemonyanın iktidarın işine gelebileceğini değerlendiriyorum.
Katılmayabilirsiniz. Ben de size katılmıyorum. Fakat saygı duyuyorum. Benim gibi düşünenlerle Gezi’de yan yanaydınız, 2017 referandumunda, Adalet Yürüyüşü’nde, İstanbul seçiminde sandık başlarında yan yanaydınız. İyi ki de öyleydiniz.
Peki hâlâ kardeş miyiz? Eğer öyleysek lütfen bana ve benim gibi düşünenlere iftira atmayı bırakın. Çünkü emin olun bu memleketi en az sizler kadar seviyoruz. Zaten iktidarın yarattığı kurşun gibi ağır bir havanın içinde debelenip duruyoruz. Hafta içi her gün Halk Tv’de Neden Sonuç programında Mehmet Tezkan ve Seda Selek’e eşlik ediyorum. Sizlerle aynı şeyi, farklı bir dille söylüyorum.
Lütfen bir de sizden hakaret işitmeyelim.