Mevsim sonbahardı.
Ama doğa bugün kara kışı yaşadı.
Dağlar sustu, gölgeleri bile dondu.
Çamların gövdesi kederle eğildi
zeytin ağaçları, meyvelerini sessizce toprağa bıraktı,
sanki bir kalp atışını gömmek ister gibi.
Rüzgarın dili tutuldu,
deniz kendini geri çekti,
bir karınca yolunu şaşırdı,
çünkü kardeşini yitirdi.
Motor sesi duyulduğunda kamerayı kaldırır,
“Burada yaşam var!” derdi.
Bir ağacın kabuğundaki çatlağı bile
bir haber, bir yara, bir direniş olarak görürdü.
Biz dereleriz,
Hakan’ın ayak izlerini saklıyoruz.
O suya adalet gibi eğilirdi;
elini suya daldırdığında,
su durulur, dünya susardı.
Şimdi suyun sesi kısıldı,
çünkü su yas tutuyor.
Bir direniş alanında çadırın tepesine konduğumuzda
bizimle konuşan oydu.
“Bir gün gökyüzü de özgür olacak” demişti.
Şimdi kanatlarımız hüzünle ağır,
uçsak bile gökler gri.
Biz işçileriz,
alınterine kamera tutan elleri hatırlıyoruz.
Bir mitingde yere düşen pankartı o kaldırmıştı.
“Bu sadece kâğıt değil, bir insanın sesi”
demişti.
Şimdi pankartlar sessiz,
ama üzerlerindeki sözcükler hâlâ onunla yanıyor.
Hepimiz bir araya geldik bugün,
yeryüzü kadar geniş bir mezarın başında.
Ve hep bir ağızdan ağıdımızı yakıyoruz.
“Hakan, sen toprağa değil, toprağın kalbine gömüldün.
Yaşamın kardeşi, karıncanın yoldaşı, hoşça kal.”