Gündelik hayat akıp giderken, enflasyondan geriye halkın alım gücündeki erime kalır. Tasarrufu bulunmayan ücretli kesimler, artan enflasyon karşısında, gelirleri sabit kaldığı için tüketimlerini kısmak zorundadır. Geleceğe ilişkin planlar yapamaz, kaderlerine razı olurlar.
Peki ya tasarrufu olanlar? Enflasyon dönemlerinde tasarruflar, artan fiyatlar karşısında suyun üzerinde kalabilmek için bir can simidi işlevi görür. Kimi bu tasarruflarla altın, döviz alarak yüzmeye çalışır. Kiminin daha yüksek tasarrufu vardır, bir fon yöneticisi ya da bir yatırım danışmanına güvenir, parasını profesyonellere emanet eder. Bankaların özel bankacılık hizmetleri de yüksek miktarda mevduatı bulunanlara bu hizmeti verir.
Böylece tasarrufu olmayan ücretli kesimler, suyun dibine batarken, tasarrufu olanlar yüzmeye çalışır. Tasarrufunuz ne kadar yüksekse, can simidiniz o kadar destek olur yüzmenize. Bu nedenle enflasyon, ücretli kesimlerin canına kast etmekten farksızdır. Bu esnada ekonomik büyüme, ücretli kesimler dışındaki toplumsal sınıfların hanesine yazılır.
***
Bu vahim ekonomik hastalığın tedavisinde yaşanacak yan etkiler de tüm ekonomiyi sarsacak güçtedir. O kadar ki, acaba tedaviyi ertelesek mi diyebilirsiniz. Türkiye’de enflasyon artık tedavisi ertelenmek zorunda kalan bir hastalığa dönüşmüş olabilir. Bunun nedenlerini açıkça konuşmak gerekir.
1- Enflasyon düşerken işsizlik artar
Türkiye, mevcut ekonomik büyümesini enflasyona borçlu. Çünkü, işletmeler için yarın üretim yapmak bugün üretmekten çok daha maliyetli. O halde, gelecekteki üretimi, erkene çekmek daha avantajlı. Bu durumda ortaya çıkan üretim fazlası stoklarda bekleyebilir. Stoklardaki ürünleri enflasyon nedeniyle durduğu yerde değerinin artması, stok maliyetlerini de telafi edecektir. Dolayısıyla enflasyon üretimi kışkırtır, büyümeyi tahrik eder. Nitekim, Türkiye ekonomisi tam gaz büyümektedir. Enflasyonun düşmesi beklentisi bile büyümeyi yavaşlatır. Büyümenin yavaşlaması ise işsizliği artırır.
İktidar, 31 Mart 2019 seçimlerine, TCMB’nin uyguladığı enflasyonu düşürme programıyla girdi ve bunun sonucu büyük bir seçim yenilgisi oldu. İşsizliğin yüzde 15’e dayandığı o günkü şartları deneyimleyen Tayyip Erdoğan, ilk fırsatta TCMB yönetimini görevden aldı. Çünkü işsizlik, enflasyona göre, çok daha hızlı politikleşir. Sonuçları, sandığa çok daha sert yansır. Buradan hareketle, “iktidar enflasyonu seçimlere kadar düşürmeyecek” demek yanlış olmaz. Düşüremeyecek değil, düşürmeyecek…
2- Enflasyon düşerse şirketlerin bir kısmı batar
Enflasyonlu bir ekonomi yönetimi, buzlu yolda, zincirsiz bir arabayı, tam gaz sürmeye benzer. Bu ortamda frene sert asılmak da kazayla sonuçlanır. İktidara geldiniz ve vadettiğiniz gibi Merkez Bankası’nı bağımsız bıraktınız diyelim. Bu durumda, birincil hedefi enflasyonu düşürmek olan Merkez Bankası, faizleri sert şekilde artırarak, piyasaya pompaladığı parayı kısar. Geçmişte, düşük faizle çekilen krediler, bu ortamda yapılandırılamaz ya da yüksek faizle yapılandırılmak zorunda kalır. Artan finansman maliyeti altında ezilen, küçük ve orta ölçekli işletmelerin bir kısmı bu ortamda borçlarıyla birlikte batar. Bu nedenle, bu denli sert şekilde uygulanan gevşek para politikasını, aynı sertlikte sıkılaştırmak kazaya neden olacağı için, enflasyon düşürülmemelidir. Düşmemelidir değil, düşürülmemelidir…
3- Döviz kurları düşerse, Türkiye batar
Herkesin gözü döviz kurlarında. CDS 900’e dayanmış durumda. Bu ortamda, muhalif kamuoyu, iktidarın değişmesinin ardından yüksek seyreden döviz kurlarının aşağı düşeceği beklentisi içinde. Fakat döviz kurlarının düşmesi beklendiği gibi olumlu etkiler yaratmayabilir.
İhracat yapan firma sayısı, döviz kurlarının yükseldiği son 7 yılda hızla artıyor. Türkiye ekonomisi, bu süre içinde tam gaz dışa açılıyor. Son 7 yılı geçelim, sadece son 3 yıla bakalım. Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre 2019’da ihracat yapan firma sayısı 84 bin 394, 2021’de ise bu sayı 96 bin 158’e çıkıyor. Aynı şekilde ithalat yapan firma sayısı da artıyor.
Döviz kurlarının sert şekilde düşmesi halinde, bu firmaların büyük kısmı kepenk kapatır. Denebilir ki, dışarıya satacağına içeriye satsın. Fakat ücretli kesimler enflasyon karşısında uzun süredir ezildiği için, orta sınıf tasfiye edildiği için, ihracatçı firmaların ürettiği malı içeride talep edecek bir pazarımız yok. Bu durum, döviz kurlarının düşmesi halinde bir resesyonla sonuçlanacaktır.
İhracatçı firmalar batarsa batsın da denebilir. Fakat ihracatın ekonomik büyümeye katkısı yükselen döviz kurları nedeniyle yıldan yıla arttı. Yüksek miktarlı kredilerle bu işlere giren sektör düşünüldüğünde ihracatın azalması demek, ihracatçı firmalardan türeyen bir borç krizini de tetikleyecektir.
Ya istikrarsız bir rejim ya da despotik bir düzen
Bu 3 madde, iş dünyasının bildiği fakat halk kesimlerinin bilmediği sırlardan. Aynı anda hem enflasyonu hem de işsizliği düşüreceğini, bunu yaparken döviz kurlarını düşürüp, buna rağmen ihracatı artıracağını söylemek çok iddialı. Buna karşılık muhalefetin iddiası bu. Bu iddia, beraberinde çok kapsamlı ve “devrimci” (evet devrimci!) bir programı da şart koşuyor. Fakat, muhalefetin üzerinde uzlaştığı bir program henüz yok. Fakat bazı ilkeler var. Bu ilkelerden yola çıkarak anladığımız o ki, serbest piyasa kurallarına riayet edilecek, Merkez Bankası bağımsızlığı tesis edilecek.
Eğer bu yapılırsa, muhalefet, serbest piyasa kurallarına riayet ederek, Merkez Bankası bağımsızlığına saygı duyarak, bir ekonomi programını hayata geçirir ve enflasyonu düşürmeye odaklanırsa, yukarıda saydığım 3 maddeyle karşı karşıya kalırız. Bu durumda, 13’üncü cumhurbaşkanı kim olur bilmem ama 5 yıllık görev süresini tamamlayamayacağını söyleyebilirim.
Siyasi iktidar, Türkiye ekonomisini bir ulusal güvenlik krizi haline getirdi. Ekonominin gidişatı, bir olağanüstü durum olarak kavranmazsa, ülkenin gelecek on yılı ya enflasyona heba edilecek, 90’lardaki gibi istikrarsız bir rejim yaratılacak ya da iktidar değiştikten 2-3 yıl içinde despotik bir düzen yeniden kurulacak.