İktidarın dış politikasının hedefleri, sonuç alma stratejisi ve uygulama şekli bakımından akılcılıktan uzak olduğunu artık partililer bile kabullenecek noktaya geldi. Bununla birlikte partililer normalde dış politikada mecbur kalınmayınca itibar edilmeyen bir taktiği kendilerince iyi uyguladıklarını düşünüyor olabilirler: Krizin üzerine krizle gidip sorunu ertelemek.
10 büyükelçinin olayının finali tam da buydu. Kriz, iç politikada kullanışlı sloganlar damıtılarak kısa bir süre için ötelendi. Ancak Osman Kavala krizinin elçi kriziyle örtülebileceğini sananlar fena halde yanılıyor. Çünkü mesele, milatları önceden konmuş ve ağır sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahip.
Avrupa’nın çıkış kapısına
"Osman Kavala'nın tutukluluğu" sorununun krize dönüşmesine bir milat koyacaksanız tarihi 10 Haziran olarak almak zorundasınız. O tarihte Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'in aldığı karar Kavala serbest bırakılmazsa Türkiye'ye "ihlal prosedürü" uygulanabileceğini söylüyordu. Türkiye’nin oy ve veto hakkını askıya alacak bu prosedürün uygulanması, Türkiye'nin Avrupalılığının sorgulanacağı günlere gidecek yolun açabilecek bir anlam barındırıyordu -ki Türkiye benzer bir protokole sadece 12 Eylül darbesinden sonra maruz kalmıştı.- Dışişlerinde halen kalmış üç beş liyakatli bürokratın, ülkenin Avrupalı olmak için harcadığı 150 yıllık emeğin heba edilmemesi için telaş içinde çabalaması da o tarihi riskin algılamış olmasındandı.
Reuters'ten verilen işaret
10 büyükelçinin geçen haftaki açıklaması 4.5 aydır yaşanan krizi sadece manşetlere taşımış oldu. Erdoğan'ın karşılığı o kadar sert oldu ki 20 yıldır kendisini tanımasak, dönülemez olay ufkunu çoktan geçtik diyebilirdik. Öte yandan Erdoğan'ı 'tanıyan' başkaları da olmalı ki bu sert sözlere rağmen Reuters kendisinin yumuşayabileceği yönünde mesaj içeren haberi gönül rahatlığıyla servise koydu. Haberde "Erdoğan yumuşayabilir" dendiğinde ortada henüz büyükelçilerin ikinci açıklamasından eser yoktu. Yumuşama için ilk mesaj aslında Pazar günü Ankara’dan verilmiş oldu.
Pazartesi büyükelçiliklerin 'Viyana sözleşmesinin 41. maddesine bağlılığımızı teyit ederiz' açıklaması Twitter'a düştüğünde saat 15.41'i gösteriyordu. Erdoğan'ın bunu olumlu karşıladığı haberi Anadolu Ajansı'na 16.36'da düştü. Arada geçen bir saatte iktidar yanlısı medya büyükelçilerin geri adım attığı yönünde zafer haykırışlarıyla dolup taşmıştı bile. Oysa büyükelçilerin çıkışı diplomatik gelenekleri zorlasa da içeriği netti. Türkiye'ye altına imza attığı Avrupa hukukunun yasalarını hatırlatan bir metindi bu.
Türkiye'nin iç işlerine karıştıklarını kabul etmişler miydi ki geri adım atmışlardı? Kendilerine yöneltilen sorular üzerine böyle bir teyidi yaptıklarının özellikle altını çiziyorlardı. Yarın sorsanız Avrupa hukukundan kaynaklanan uluslararası yükümlülüğü hatırlattıklarını söyleyecekleri açık değil miydi? Nitekim ABD Dışişleri, Osman Kavala'nın serbest bırakılmasını isteyen ilk açıklamanın ‘içişlerine karışılmasın’ diyen Viyana Sözleşmesi ile zaten tutarlı olduğunu söyledi bile.
İki günün kısa özeti şu: Ankara Reuters üzerinden uzlaşma işaretini verdi, mesajı alan elçiler Erdoğan'a dönüş alanı açtı; iktidar medyası 'Batı'yı dize getirdik' havasında sunarak içerdeki zemini hazırladı, Erdoğan 'yumuşayarak' atılan pası alıp geri adımı attı. Sonuç, büyükelçiler gönderilmeyecek.
Kavala serbest kalır mı?
Peki elçiler Ankara’nın gazabından korkup Osman Kavala’yı savunma çizgisinden geri adım mı attılar? Yoksa bu zemin yumuşatma trafiğinin içine sonuç alacağını görerek mi girdiler? İhlal prosedürünün işletilmesi için verilen sürenin sonunu işaret eden 30 Kasım’a kadar yanıtları görme ihtimalimiz de var.
Açılan geri adım alanı o kadar kullanışlı ki Osman Kavala serbest bırakılsa iktidar medyası manşetleri zafer havasında ateşleyecek barutu istifledi.
Artık "Batı büyükelçilikleri diz çökünce başkanımız lütfetti, Kavala serbest bırakıldı" deseler kaldırır bu zemin.