Almanlar ve İtalyanlar, 20’nci yüzyılın faşist deneyimlerini bizzat tecrübe ettiler. Bu nedenle, bu iki ulusun aydınları, konu faşizm olunca, çok daha duyarlı ve derinlikli analizler kaleme aldılar.
Pek çok sosyal bilimci, 21’inci yüzyılın başından itibaren, yükselen yeni bir faşist dalgayı işaret ediyor. Bu faşist dalga 1980’den itibaren uygulanan neoliberal politikaların sonucu olarak, tüm dünyada orta sınıfların çözülmesinden besleniyor. Orta sınıfların tasfiye edilmesiyle, demokrasiyi, toplumsal özgürlükleri, kamusal eğitim ve sağlık hakkını savunacak toplumsal kesimler yok oluyor. Bireyler, kendilerini bir ülkenin yurttaşı olarak değil, bir şirketin müşterisi olarak görüyor. Buradan yükselen milliyetçilik ise devleti sadece bir güvenlik aygıtı olarak kodluyor. İtalyan aydın Umberto Eco, “21’inci yüzyılın insanının en büyük yanılgısı faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır” diyor ve 21’inci yüzyılın yeni faşizmine işaret ediyor.
ABD’de Trump, Brazilya’da Bolsanaro, Macaristan’da Orban, Hindistan’da Modi, Türkiye’de Erdoğan bu dalganın ilk akla gelen isimlerinden sayılıyor. Kimi sosyal bilimciler bu isimlerin temsil ettiği ama sadece bu isimlerden ibaret olmayan bu politik akımı “rekabetçi otoriterlik” gibi terimlerle açıklasa da bu terim yaklaşan tehlikeyi tam olarak işaret etmiyor. Zira, neofaşizm, 20’nci yüzyıldaki klasik faşist deneyimlerden farklı olarak bir yönetim biçimi olmaktan çok bir “süreç” olarak tarif ediliyor. Buradan hareketle, 2012’deki Erdoğan liderliğiyle 2017’deki Erdoğan liderliği arasındaki fark bu sürecin nasıl ilerlediğine ilişkin bizlere fikir veriyordu. 2017’den günümüze yaşadıklarımız düşünüldüğünde ise gören gözler için yaklaşan şeyin ne olduğu artık bellidir. Türkiye, 21’inci yüzyıla özgü açık faşist bir deneyim ile kör topal bir demokrasi arasında arafta kalmış durumda. 2023 seçimlerinde ya açık faşizmi ya da kör topal demokrasiyi tercih etmek zorunda kalan bu halk bu nedenle umutsuzluk hastalığına tutulmuş durumda. 2023 seçimlerine giderken iktidarın nelere kalkışabileceği hayal gücümüzün sınırlarında gizli. Mesela Rasim Ozan Kütahyalı bile, bu tehlikeyi işaret ederek 21 Mayıs’ta attığı twitte “Tayyip Erdoğan bu DEVLET’in Başı olarak istemezse o koltuktan ayrılmayabilecek güçte” diyebiliyor. Böyle bir durumda, modern anlamda bir devletten bahsedebilmemiz mümkün müdür?
Erdoğan’ın bir daha kazanması halinde, benim tanıdığım pek çok gazeteci mesleğini bırakacak. Beyaz yakalı, kentli, ücretli meslek sahibi kesimler, yurtdışında yaşamanın yollarını aramaya başlamış durumda. Doktorlar evrensel bir mesleğin sahibi oldukları için ilk göç edenlerden… Peki ya diğerleri? Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca sınanmadığı bir tehditle karşı karşıya. Cumhuriyet bir varlık yokluk mücadelesinin içinde. Ülkenin yönetim aygıtını bir araya getiren sistemler tel tel çözülüyor. Basit, teknik sorunlar değil, yapısal, köklü krizler yaşıyoruz. Kriz ekonomik gibi görünse de çok daha derin. Eğitim, sağlık, dış ve iç politika ve ekonomi… Her bir sistemde güven veren kurumlar tasfiye edilirken yerine tek bir kişinin otoritesi yerleştirilmeye çalışılıyor. Sonuç; bir hastane yangınına bile Cumhurbaşkanının talimatıyla müdahale edildiği iddia edilebiliyor.
Tüm bu yeni faşist yükseliş karşısında, ekonomik refahı da içine alacak demokratik değerler dizisini savunan bir anlayış gelişmiyor. Demokrasi talebi bir harekete dönüşmedikçe, hepimizi içine alan bu nehrin ülkeyi bir uçuruma sürüklediği de görülmüyor. Aynı nehir, debisini İslamcı faşizmden alıyor ama bu nehirde farklı faşizmlerin de ürediği görülüyor. Göktürk alfabesiyle dolaşmanın olumlu anlamda milliyetçilik sayıldığı, bu halkın değerlerinin Anadolu’da değil, Moğol steplerinde arandığı, 1930 model bir milliyetçiliğin, Atatürk’e referans verilerek İslamcılığa teşne edildiği bir politik akım da bu nehrin içinde büyüyor. Bunun hemen yanı başında, Müslüman olmayan bir Türk’ün Türk veya insan sayılmadığı, Türk ulusunun Sünni, Maturidi, Hanefi kimliğiyle var olduğunun iddia edildiği bir başka akım da büyüyor. Sonuç, Atatürkçü olduğunu iddia eden bir milletvekili Mehmet Ali Çelebi, yükselen yeni faşizme omuz verip, Cumhur İttifakı’nın güzelleyebiliyor. İYİP’li Yavuz Ağıralioğlu, PKK’ya karşı çıkmasının gerekçesini örgütün ateist olmasında arıyor. Bu çelişkilerle dolu bakış açılarını ortaya çıkaran iklime odaklanılmazsa Türkiye’nin geleceği karanlıktır.
Peki, bu ülkeden filizlenen, yurtsever, cumhuriyetçi, toplumcu bir demokrasi hareketini yükseltemezsek ne olacak? Erdoğan, bu koşullar altında yapılacak bir seçimde kaybedecek. Ama kazanan demokrasi değil ekonomik kriz olacak. Yerine gelecek 13’üncü cumhurbaşkanından sadece ekonomiyi düzeltmesi beklenecek. Arzu edilen düzelme sağlanamazsa, bu halkın değerlerini Moğol steplerinde arayanlarla Arabistan çöllerinde arayanlar tahmin etmediğiniz biçimde bir araya gelecek. Bir adım biri, bir adım diğeri yaklaşsa, bir lider etrafında birleşebilecek iki faşist akımdan bahsediyoruz. Erdoğan belki gidecek ama bu birleşme yüzde 65-70’lik bir çoğunlukla yeniden iktidar olacak ve bir daha gitmesi belki de hayal olacak. Bugünün mücadelesi bu yüzden faşizme karşı demokrasi mücadelesidir. Bu yüzden, solcu, sağcı ya da Atatürkçü fark etmeksizin, geniş anlamda cumhuriyetçi tüm güçlerin yeri demokrasinin yanıdır.