ÖSO tıpkı Kuvayi Milliye gibiymiş iyi mi

Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizde durduk bu dünyanın üzerinde

İstanbul 918 teşrinlerinde

İzmir 919 mayısında

ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar

mayıs ortalarından haziran ortalarına kadar

yani tütün kırma mevsimi,

yani arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar

Adana, Antep, Urfa, Maraş düşmüş, dövüşüyordu…

Ateşi ve ihaneti gördük

ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman'a satanlar,

yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

düştüler can kaygusuna

ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından

karanlığa karışarak basıp gittiler

*

Ateşi ve ihaneti gördük

dayandık

dayandık her yanda

dayandık İzmir'de, Aydın'da

Adana'da dayandık

dayandık Urfa'da Maraş'ta Antep'te

*

Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker

erimiş altın pahasında gazyağı

ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lambalarında

yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu

ve çöp gibi kaldı çocukların boynu

*

Bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat

Sivas, mandayı kabul etmedi fakat

“Hey deli gönlüm” dedi

Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm

“ya istiklal ya ölüm” dedi

*

Ayın altında kağnılar gidiyordu

kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru…

Toprak öyle bitip tükenmez,

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti…

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle

ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı.

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,

bizim kadınlarımız

*

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu

ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar “üç” dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.

*

Solda, ilerdeydi Ali onbaşı.

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız, ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor, yaratıyordu da.

Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü

ve şu türküyü duydu:

“Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu davet bizim…

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yılmaz Özdil Arşivi