"Oyunculuk İçin Güzellik Yetmez"

"Oyunculuk İçin Güzellik Yetmez"
Deniz Celiloğlu’ndan oyunculuk üzerine hayranlık uyandıran bir söyleşiBugünlerde Gecenin Kraliçesi ile televizyonlarda ve Babel ile tiyatro sahnelerinde gencecik ve çok güçlü bir fırtına estiren Deniz Celiloğlu, hem popüler...

Deniz Celiloğlu’ndan oyunculuk üzerine hayranlık uyandıran bir söyleşi

Bugünlerde Gecenin Kraliçesi ile televizyonlarda ve Babel ile tiyatro sahnelerinde gencecik ve çok güçlü bir fırtına estiren Deniz Celiloğlu, hem popüler hem de sanatsal işlerin çelişmesi gerekmediğinin canlı ispatı olarak seyircisini mest ediyor. Oyuncu, oyuncunun star olmadan da star olabileceğinin canlı ve ümit veren kanıtı ve mesleğe karşı büyüyen kara bulutların içinde ışık gibi. Başrol de de oynuyor, yan rol de! Sinema, dizi ve tiyatro mecralarının her birinde mecrayı ayakta tutan gerçek emekçilerden güzel bir insan Deniz Celiloğlu… İşini mükemmel yapan insanlara özgü alçak gönüllüğüyle ortamı hafifleten, derinliğinde boğmayan samimi, içten ve apaydınlık bir oyuncu! Sıkıcı soruları bile öyle güzel cevapladı ki kendisini neden sevdiğimizi ve izlemeye doyamadığımızı sanırım anladım…

Oyuncunun performansı metnin izin verdiği kadar mı oyuncunun yetenekleri ölçüsünde mi büyür ya da küçülür? (Aslında ego ölçer bir sorudur bu! İlk soruda her şey çıkacak meydana!)

Kesinlikle metin. Oyuncunun yetenekleri zaten oyuncunun kendi çalışmaları ve çabalarıyla kendiyle alakalı olarak körelir yerinde sayar veyahut gelişir. Oyuncu kabiliyetlerini ve yapabileceklerini zaten kendi içinde barındırır. Onları kullanabileceği zemini yaratan, kendini ne kadar gösterip ne kadar gösteremeyeceğini belirleyen metindir, senaryodur. İyi oyuncu tabi ki kötü bir metni alıp daha izlenebilir daha parlak bir hale getirebilir ama bu zaten onun sahip olduğu temel kabiliyetlerden gelir. Fakat sonuç olarak ortaya vasat bir iş çıkar. Ben kötü metinleri kotarmaya çalışmalara inanmıyorum, ne gerek var. Kimse için bir yararı olmaz. Kötü bir metnin içinde iyi oyuncu parlamaz ne yaparsa yapsın. Öyle gözükse de bu bir yanılsama. Çünkü önemli olan sonuçtur. Bütünün başarısıdır size iyi bir oyun izleten. Aslında söylenecek çok şey var bu konuda, çoğu sanatın muhteviyatı gereği öznel şeylerdir. Herkes için değişebilir. Fakat oyuncudan da önce ve bağımsız olarak metin başlı başına bir sanat eseridir. Örneğin Hamlet’i kötü oyuncuların oynaması ne Hamlet’e bir şey katar ya da kaybettirir. Bir oyuncu da öyle; ne kadar yetenekli olursa olsun; onları ortaya çıkarabilmesi için iyi bir metne, doğru bir dramaturjiye ihtiyacı var.

Performansın iktidarı kimdedir; oyuncu mu, yönetmen mi, yazar mı, seyirci mi? Hangisinin elindedir ipler? (Yönetmen oynatıyorsa beni de oynatsın mesela!)

Tanrı yazardır. Geri kalan her şey ona hizmet eder bence. Bu bir ekip işi tabi ki! Herkesin görevi eşit ölçüde önem teşkil eder. Ama büyük patlama yazardır :) Bütün gezegenlerin etrafında döndüğü güneş senaryo. Daha sonra diğer bileşenlerin kendi içlerinde ve beraber performanslarıyla o hikayenin gerçek başarısı ya ortaya çıkar ya da olduğu gibi kalır. Seyirciler oyun sonunda gelip oyuncuya teşekkür eder en çok övgüyü beğeniyi o alır, evet çünkü göz önündedir; bütün bu başarı ve takdir anlamlıdır yerindedir de ama bir yandan da aslında normal olan odur işte, oyuncu işini yapıyor orda :) Onun işi o! En iyi şekilde o rolü oynamak. Ama sonuç olarak hepimiz yazarın dünyasını gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Gerçekte yoktan var eden onlar!

Organik oyunculuk, minimal oyunculuk, yüksek performans (yüksek sadakat de olabilir) gibi yeni ve çok havalı özel taktikleriniz ve kendinize has teknikleriniz var mı? Ya da genç oyuncularla önceki kuşağın oyunculuğu farklı mı? (Geçti mi bazı anlayışların modası mesela?)

Ben hiç bilmiyorum taktik teknik! Benim için asıl olan gerçeklik. Ama bu sadece gerçekçi tarzda oyunculuk demek değil. Absürt bir şey oynarken bile gözettiğim şey gerçeklik. Zaten saçma ve absürt gerçek hayatta da var. Gerçek hayatta her şey var, sahne de ya da ekran da onu inandırıcı oynadığınız taktirde her şey gerçek olur. Seyirci kimin neden iyi ya da kötü bulduğunu bilmez bazen sadece sever ya da sevmez, ama sebebi bu işte samimiyet ve inandırıcılık. Şimdiyse daha doğal daha samimi bir tarza gidiyor oyunculuk. Aynı hayatta olduğu gibi, sokakta olduğu gibi! Bazı duayenler bunu pek sevmiyorlar,   tiyatroyu ve sahneyi kutsal bir yer olarak görüp, daha özel ve yüksek bir üsluba sahip bir yer olması gerektiğine inananlar var. Bilemiyorum ne doğru ne yanlış ama benim kriterim inandırıcılık. Mesela en çok yapılan eleştiri oyunculara açık ara şudur; sesin duyulmuyor, ne dediğini alamıyoruz bazen. Ben de alırım bu eleştirileri. Biz herkesin ne dediğini anlıyor muyuz gerçek hayatta ya da duyuyor muyuz? Eğer oynadığım karakter doğru düzgün konuşamıyorsa gerçek hayatta, sahnede de konuşmasın. Bir kısmı da anlaşılmasın laflarının. Ama burası tiyatro sahnesi, laflar anlaşılmalı diyenlere de katılmıyorum. Bazen da anlaşılmasın.

Oyuncunun temel motivasyonu nedir? Rol kişisinin aksiyona yönelebilmesi için nereden geçip kaç fırın ekmeği nasıl yemesi gerekir?

Benim için prova süreci, oyuncunun role gerçek hazırlanma süreci değildir. Prova süreci daha çok ekiple kaynaşmak için, sinerjiyi yakalamak, yönetmenin kendini anlattığı ve yarattığı dünyaya hep birlikte senkronize olunduğu bir süreçtir. Oyuncunun hazırlık süreci sadece rol için olmamalı bence, oyuncu yaşam süreci boyunca sürekli bir hazırlık kendini donatma geliştirme süreci içinde olması gerekir. Zamanı geldiğinde de bu bilgiler yığınını düzene sokmak için bir senkron aşaması yaşar, bu kadar. En yararlı ve kapsamlı hazırlık süreci böyle olabilir ancak. Rol için şu kitapları okudum, bu filmleri izledim şöyle yerlere gittim, bu çalışmaları yaptım demek yetmez. Onları zaten yapacaksın. Birinci dünya savaşında geçen bir oyun oynuyorsun diyelim ki; bir ay prova süreci, zaten senin hazırlığa harcayacağın zaman bu süreç içinde en fazla bir hafta, o da sana o dönemi efektif şekilde öğrenmen için yetmez. Sonrası zaten çıkmış karakterin sahnede can bulmasıdır. Karakter sahnede çıkarılmaz. Önceden içindedir o senin. Prova süresinde onu ete kana büründürsün. Bu kadar!

Kaslı, güçlü, boylu poslu, kaşlı gözlü olmayan oyuncu direkt karakter oyuncusu olacaksa yetenekten ne kadar bahsedilebilir? ( Estetik bedenliler star, diğerleri karakter oyuncusu olmak zorundaysa eğitim ne işe yarıyor? Ya git Allah aşkına)

Ya bırak o sadece bizim ülkemizde yedirilen bir şey!  Olmaz öyle şey! Milleti de oyuncu diye kandırıyorlar, budur işte jön aktör aktris diye sürüyorlar insanların önüne. Ama artık değişti işler, öyle seyirci sadece güzel abilerle ablalara kanmıyor. Kanmayacak. Tutmuyor zaten öyle projeler. Tamam şuna varım, sahne televizyon biraz da eğlence sektörüne hizmet eder. Görsellik, güzellik onlar da ön planda, kabul! Hollywood da iş şöyle, zaten biz onu yanlış anladık. Orada aktörler aktrisler; güzel bakımlı kaslı boylu poslu. Burada boylu poslu kaslılar aktör, aktris. Zaten sadece burada! Burada karakter oyuncusu diye geçinen bazı jönlere jönfilere dışarda figüranlık bile yaptırmazlar! Boy pos senin özelliklerinden biri olacak sadece, üstüne kariyerini kurduğun tek malzemen değil. Kendini geliştirecek öğrenecek, çalışacak, oynayacaksın. Yani, bir taraflarından terler gelene kadar oynayacaksın. İçin, aklın, yüreğin dolu olacak. Sonra hepsi gelir zaten!

Oyuncu, rolünün taşıyıcısı mı yaratıcısı mıdır?   

Beş sene önce sorsan bu soruyu yaratıcısı derdim ama şimdi taşıyıcısı diyeceğim. Çünkü şuna inanıyorum biz insan olarak; herkes için geçerli bu, kolektif bilinç anlamında   insana ait olan bütün karakter ve kişilikleri içimizde taşıyoruz. Bir kadın ve erkek içinde insana dair bütün duygular var aslında. Yapmıyor muyuz bazen gerçek hayatta da, durumlara göre ortamına göre karşımızda ki insana göre oynadığımız nabza göre şerbet verdiğimiz anlar olur. Yalan da söyleriz, bazen aklımızdan birini de öldürmek geçer, kötülük de yaptığımız olur, şefkat, vicdan acıma, bütün bu duygular hepimizde var ortak. Bir insanın içinde bütün insanlık var. Oyuncu şunu yapar yeri geldiğinde doğru insanı alır üstüne giyer, taşır. Karakterler hepimizin içinde yaratılmış dururlar uyurlar. Yeri geldiğinde uyanırlar. Bu kadar bence!

Oyuncu çok ve düzenli oynayarak her zaman ilerleme mi kaydeder? Gerileme ihtimali yok mudur? 

Çok oynamak değil sığı oynamak onu geriletir. Tabii ki her işte olduğu gibi oyunculukta da tecrübedir sizi ileri götüren. Ama hangi işi seçtiğiniz bir öncekinden sonra ne yaptığınız çok önemli. Daha yukarıda sizi daha zorlayan bir rol olmalı, ya da siz kendinize yollar aramalısınız. Her zaman oyuncunun karşısına kendini geliştirecek işler çıkmayabilir, beklemesi gerekir bazen oyuncunun doğru rol için. Ama beklerken bile, örneğin sadece yapmak için yaptığı veya para kazanmak için yaptığı işler olsa bile, ona yaklaşımı hayatidir bu konuda. Çok oynamak, az oynamak değil mesele. İşini sığ ya da derin yapmak. Nasıl bir oyuncusun işini yaparken yapmazken, gerçek hayatında var olurken, sığ mı derin mi? Seni   nasıl bir sen; seni nasıl bir oyuncu yapacak olan şey, işte bu ikisinin arasında ki fark.

Ülkemizde sanat içeren işler yaparak geçinmek adeta sihirbazlıktan daha yaratıcı olmayı gerektiriyor. Oyuncu kalabilmek için direnmenin ne kadarı idealizme ne kadarı hayalperestliğe girer? (Oyuncu aç kaldığında yermiş gibi yaparak doyar mı? )

Evet bazen gerçekten zor. Zorlanıyorsunuz, hayatta kendinize çizdiğiniz bir yol duruş var, önünüzde ki gerçekler var, seçimler yapmak durumunda kalıyorsunuz bazen. Bazısı içinize siniyor bazısı sinmiyor. Bu ülkede tiyatrodan sinemadan para kazanılmıyor, olmuyor işte. Keşke olsa! Ama olmuyor diye de sinir stres yapmanın gereği yok. Para kazanacaksınız. Hiçbir şey olmasa kiranızı, faturanızı, köpeğinizin mamasını ödemek için para kazanacaksınız. İdealizmin de sınırları var. Ama gerçekte kim olduğunuzu nasıl bir kişi ve oyuncu olduğunuzu zaten zaman ve süre gösterecek. Gerçekte neye önem ve değer verdiğiniz belli olacaktır zaten. Bazen ideallerinize hayallerinize ters düşersiniz. Sorun değil, kendinizden bir şey kaybetmezsiniz ama. Onu da sonunda görürsünüz, görüyorsunuz zaten, inanın seyircinin gözünden dışarda sizi sokakta durduran adamın gözünden, tavrından siz kimsiniz onu çok net görüyorsunuz.

Sende iz bırakan ve/ya senin iz bıraktığını düşündüğün karakterlerin var mı? Arada sana uğrayan ve/ya senin özleyip gittiğin roller ya da keşke bana gelse diye beklediğin karakterler var mı? (Şizofreniyle ilgili bir şey ima ettiysem Allah belamı versin!)

 Hahaha! Bu soruyu hep sorarlar cevabım da hep aynı! O iş sizin düşündüğünüz gibi değil. Oyuncu yani en azından ben rol kişisiyle karakterlerle öyle bir ilişki kurmuyorum. İşim bu benim. Yani oynuyorum, bitiyor. Marangoza soruyor muyuz , abi o son yaptığın kapı nasıldı gece rüyalarına giriyor mu, nesini sevdin kolunu mu gıcırtısını mı unutamadığın bir kıvrımı var mı.? Fakat şöyle oluyor; bir oyun izlediğimde başka birinden çok etkilendiğim oluyor işte, o çok güzel. Ulan adam ne oynamış be, ben yapar mıydım acaba bunu deyip o karaktere, o oyuncuya hayran oluyorum. Yazara hayran oluyorum nasıl bir karakter yaratmış diye. O karakteri tanımak beni çok heyecanlandırıyor. Büyük ihtimalle işini seven bir marangoz da aynısını yapıyordur ama, bir yerde iyi işçilikle yapılmış bir mobilya gördüğünde vay arkadaş diyordur. Demiyorsa   kötü!

Gecenin Kraliçe’sinde star oyuncularla muhteşem bir seyir zevki sunuyorsunuz. Kahramanın en iyi arkadaşı kolektif kültür anlatılarının vazgeçilmez karakterlerinden olmaya devam ediyor. Emre’yi anlatır mısın? 

Tabii ki çünkü her kahraman gibi Kartal da mükemmel bir insan değil, zaafları olan acılar çeken bir kahraman. Böyle zamanlarda desteğe yardıma ihtiyacı olur kişinin. O desteğin geleceği yer de en yakını en güvendiği kişidir. Emre de bu noktada, hayatında güvendiği onu asla yarı yolda bırakmayacak, çocukluklarında beraber acıları göğüslediği birlikte büyüyüp adam oldukları en yakın arkadaşı. Onun mutluluğu için kendini ortaya koyacak gerçek bir dost.

Geçen sezon İstenmeyen’le bu sezon Babel’le sahnede harikalar yaratıyorsun. Babel ne anlatıyor, neden gelelim izlemeye? 

Teşekkür ederim öncelikle. İki sene arka arkaya Türk yazarların elinden çıkmış metinler oynuyorum. Çok mutluyum bu konuda. Ve şansıma ikisi de gerçekten çok çok başarılı metinler. Türk Tiyatrosunun önemli eksiklerinden biri Türk yazarlar ve son yıllarda daha çok metin ortaya çıkmaya başladı. Kendi hikayelerimizin anlatıldığı oyunlar tabi ki daha güçlü etkileşimler kuruyorlar seyirciyle. Ben de kendimi çok daha iyi hissediyorum sahnede yerli metinler oynarken. Kendi hikayelerimizi paylaşmak büyütmek çok daha anlamlı benim için. O zaman amacına ulaşıyor tiyatro. Ben öyle çok idealist bir yerden yaklaşıp bir görev bilinci yüklenmiyorum tiyatro yaparken, hayatlar değiştirmek dünyalar yaratmak gibi. Küçük temaslar, farkındalıklar yaşatmak seyirciye daha gerçekçi daha anlamlı benim için. O salondan çıktıktan sonra kimsenin hayatı değişmiyor değişmeyecek, ama belki ilerde bir şekilde büyüyüp yetişecek bir tohum bıraktığıma inanıyorum seyircinin aklına, içine. Babil de böyle bir oyun. Çünkü bizim hikayelerimizden, bizim içinde olduğumuz hayatın bizim her gün karşılaştığımız yaşamlarından Babil’in insanları. Ama dışardan. İçine girmeden. Gerçekten tanımadan, dahil olmadan. Sadece gazetede ya da haberlerde bazen birer sayı olarak bazen da bir gazete köşesinde sıradan bir enformasyon olarak değip geçiyor bizim hayatımızdan. İşçi ölümleri. Ama burada gerçekten temas ediyor seyirci. Bir inşaatta çalışan işçiler, ölen bir işçi. Sonra o ölümün arkasından, o ölünün üstüne yükselmeye devam eden tuğlalar, kurulan evler, kurulmaya çalışılan hayatlar var oyunda. O sayılardan bir kaçı şimdi, istatistiklerden çıkıp isimleri ve kelimeleriyle tiyatro sahnesindeler. Aslında seyirci olarak gözünüzün önündeler. Bu oyunun bir kaç kelimeyle anlattığı şudur benim için. Göklere yükselirken, ayaklar altına aldıklarımız.