Her katil biraz çevresine benzer

Her katil biraz çevresine benzer
Yazar Cevat Turan, "Kibele'nin Laneti" isimli romanıyla üçüncü kez okurla buluştu. Turan, romanında bir seri katilinin iç dünyasını ele alıyor.

Unutmalar Şehri ve Bir Eylül Yarası romanları ile geniş bir okur kitlesine ulaşan Cevat Turan, 'Kibele'nin Laneti' ile bir kez daha okurların karşısına çıktı.

Yeni romanında insanın "neden öldürdüğü" sorsuna yanıt arayan Turan, dönemin toplumsal atmosferine de odaklanıyor. Roman, 8 cinayet işleyen Mirza Hud ile onu yakalamaya çalışan komutan Kamer arasındaki ilişkiyi ele alıyor.

Cevat Bey, son romanınıza geçmeden önce ilk iki romanınızdan da biraz söz etmek istiyoruz. Unutmalar Şehri, Çorum olaylarını ekseninde bir roman. Bir Eylül Yarası da eski bir devrimcinin evrimini anlatıyor.

-Bu gününün yozlaşan toplumsal yapısını ve otoriter siyasal İslamcı iktidar yönetimini kavramak için yakın ve orta vadeli geçmişimize bakmamız lazım. 12 Eylül’e giden süreç bu ülkenin en trajik kırılma noktalarından biridir. Serbest piyasa ekonomisine geçişin ve devrimci muhalefetin geriletilmesinin mihenk taşıdır. Siyasal anlamda tanımlanan bu değişimi edebiyatın ilgi alanı bakımından nasıl kavramamız lazım işte “Unutmalar Şehri” bize onu gösteriyor. O dönemin romantik ve mahcup aşklarını, bir davaya inanmanın inanılmaz iradeyle sınanmasını okuyoruz bu romanda.

“Bir Eylül Yarası” ise 12 Eylül’den sonra hem siyasal direnme örneğini ve savruluşunu hem de mücadeleyi, dönüşümün içinde aşkların çözülüşünü ve bireyin iç dünyasında kaybettiği geçmişini sorgulayan, geleceğe tutunmaya çalışan henüz bozulmamış karakterlerin dünyasına götürüyor bizi. Geçmişle gelecek, dün, bugün ve yarının diyalektik iç içeliğine tanık oluyoruz.

1629723210710-17-dc-8-f-6-c-2117-4-cf-2-9-ece-2390-fbae-4-e-04.jpg

İki eserinizde yakın tarihe dair politik ve toplumsal tutumlar söz konusu... Ve polisiye...
Kendinizi nasıl bir romancı olarak tanımlarsınız... Ya da yazarların bir tanıma sıkıştırılması doğru mu? Politik yazar, polisiye yazarı vs...

Bir kategoriye sıkışmayı doğru bulmuyorum. Çünkü bu kendini çerçevelemek ve sınırların içine hapsetmek anlamına gelir. Yaratıcılığı ve özgür düşünmeyi körelten, yazarın kendi kendisine uyguladığı bir oto sansür işlevi görür. Elbette bir yazar anlatımı, dili, olaylara bakış açısı, yazı tekniği ve kurguları ile özgünleştikçe kendi edebi karakterini kendisi oluşturur. Ayrıca bir yazarın kendisini bazı konu alanlarında uzmanlaştırması da mümkün. Köy Edebiyatı, polisiye, politik polisiye, bilim kurgu, fantezi, toplumcu gerçekçi, gerçek üstücü gibi birçok alanda çok iyi örnekleri var.

Her ne kadar kendimi bir alana sıkıştırmaya çalışmasam da sanki elim sürekli toplumcu sorunlara değinmeye gidiyor. Yazdıkça ve yeni kitaplar oluştukça dönüp arkaya bakacağım nasıl bir çizgi oluşturduğumu anlamak için. Benim kendimi tanımlamam doğru olmaz bunu edebiyat severlerin analizine bırakmak en uygunu olur kanısındayım.

Kibele'nin Laneti, gerek kapak tasarımı gerekse ismiyle ilk bakışta doğrudan arkeolojik bir roman çağrışımı yapıyor. Ama okuduğumuz zaman ayrıca ve çok güçlü şekilde, insana dair bir arkeolojik kazıyla karşı karşıyayız... Edebiyatın temel meselesi de elbette insan... Sanki edebiyat dâhil tüm mücadelemiz insanın insanla baş etmeye çalışması, ne dersiniz?

İnsan ve doğa Edebiyatın temel malzemesi. Zaman ve mekân ise anlatımın bize sunduğu en kıymetli olanaklardır. İnsan denilen varlık ve onun tasarımlamaya çalıştığı yeryüzü sürekli edebiyatçılar tarafından çözümlenmeye, anlaşılmaya çalışılıyor. İnsan ve toplumlar hızlı bir dinamizm içinde. Bu yüzden insanın sorunları, dünyayı anlama biçimi, aşkları, savaşları, cinayetleri sürekli başkalaşıyor. Edebiyatçılar bunun bir adım önünde sürekli ve her şeyin fotoğrafını çekiyorlar. Kitaplarda yazdıklarımız toplamında büyük insanlık yürüyüşünün ayak izlerini oluşturuyor. Bu ayak izleri kimi zaman kan damlayarak, kimi zaman çiçekli yolda ilerleyerek devam ediyor. Geriye dönüp baktığımızda en çok da kan ve gözyaşının suladığı topraklara tanık oluyoruz. Bizim coğrafyamız ise her zaman acılıydı. Peki, insanı bu kadar vahşileştiren şey ne olabilir ki? Bu kadar büyük yeryüzünde neden ötekine tahammül edemiyor. Bu muazzam evrende bir toplu iğne başı kadar bile değilken dünyamız, biz neyi paylaşamıyoruz. Ego, hırs denilen şey içimizdeki hastalıklı yanımız mı? Esas düşman içimizde mi yaşıyor? Bu tedavi edilebilir bir şey midir yoksa eğitilebilir ve bir düzene sokulabilir olgu mudur? İşte edebiyatın temel işlevi burada başlayıp burada devam ediyor. İnsan ve üzerinde yaşadığı yaşam sözcüklerin diliyle kâğıt sayfalarda nasıl vücut buluyorsa ben de onu yapmaya çalışıyorum. “Kibele’nin Laneti” insanın içindeki şeytanla yüzleşmesidir belki de kim bilir?

Romanınızda genel hatlarıyla üç boyut var: Acı vatan Almanya'dan bir kesit, tarihi eser kaçakçılığı ve ana eksen bir seri katil olan Mirza Hud... Romanın başkahramanının ismi ilk anda insana uhrevi bir nedenle olabilir, olumlu bir çağrışım yapıyor. Bir nevi Robin Hood... Ancak o bir seri katil. Mirza ve Hud isimlerinin anlamları da çok olumlu... Özellikle Hud Peygamberi düşündüğümüzde... Mirza Hud da cinayetlerle kendince bir ıslah edici mi olmayı istiyor?

Okuyucu zıtların bir arada tarif edildiği karakterleri daha çekici buluyor. Onda kendisinde de bulunan iyi ve kötü yanların karşılaştırmasını yaparak karaktere karşı bir sempati ya da nefret besliyor. Karakterin ismi gelişigüzel seçilmedi elbette. İşleyeceği suçların sosyolojik karşılığı olarak doğal bir isim olmalıydı.

Mirza Hud ıslah eden değil de daha çok Azrail’in eli olarak görüyor kendisini. Hatta öldürdüklerine öfkeleniyor kendilerini Mirza Hud’a öldürttükleri için. Yani kendine has, sorunlu bir ruh ve karmaşık bir kişiliğe sahip karakterle karşı karşıyayız.

Mirza Hud'un tüm cinayetlerinin kaynağını çocukluğunda yaşadığı istismara bağlamak mümkün mü? Çünkü istikrarlı şekilde cinayet işlemek dışında kurbanların tümü arasında bir mantıki veya düşünsel bağ yok gibi.

Elbette bağlamak mümkün değil. Problemlerin çözümü karşısında öldürmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen birisi o. İstismar insanlara olan öfkesini ve içinde biriktirdiği nefreti büyüten kabuk bağlamış bir irindir sadece. Zamanla karakterinin oluşumunda büyük etkisi var ancak genetik yatkınlık ve çevrenin öğrettiklerini nereye koyacağız o zaman. Her katil biraz çevresine benzer. Yaşadığı mahalleye, sokağına, kavgasına ve acılarına benzer. Öldürme arzusu, içgüdüsü öğrenilen ve tekrarlandıkça normal olmayan duyguların oluşumuna dönüşen davranış biçimidir. Bir katilin kurbanları ile bağ kurması onun empati yapabildiğini gösterir. Empati yapabilen bir seri cinayet işleyemez, öldürmeyi sürdüremezdi.

Mirza Hud, özellikle Amerikan tarzı -belleğimizdeki seri katil imajını belirleyen- bir seri katil değil. Siz Anadolu'dan çıkan seri katilleri feodal seri katiller olarak tanımlıyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Kentleşmiş toplumların seri katillerinin takıntı noktası ile bizim topraklarımızdaki veya Hindistan da ki seri katilin çıkış noktası aynı olamaz. Çünkü nefret edilecek olay ve kişinin birey tarafından algılanan tanımı farklılaşır. Ahlak değerleri, suç ve suçluya bakış açıları ayrışır. ABD’de bir eşcinsele takıntı yapan seri katil varsa bizde tarla sınırı kavgasını takıntı yapıyor olabilir. Burada seri katil kime denir tamının yeniden yapmalıyız. Bir intihar bombacısı seri katil midir? Ya da bir kavgada birden fazla insanı öldüren biri seri katil midir? Kentli toplumlardaki seri katillerin polisle akıl oyunları oynayacak kadar zekâları var. İz bırakıyorlar ve ona rağmen yakalanmıyorlar uzun süre. Bizdekiler ise tam bize özgü. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi nasılsa katillerinin kişilikleri, öldürme gerekçeleri, takıntıları da ona benzer.

Ayrıca bütün bu farklılıklara rağmen bütün seri cinayet işleyen insanların kişilik yapıları birbirine benzemekte ya da benzerlik göstermektedir. Narsist kişilik, ego veya kendini beğenmişlik gibi.

Yeri gelmişken de bu topraklardan çıkmış başka seri katiller var mı? Pek yok diye biliyoruz ama...

Var ama toplum veya Edebiyatçılar çok üzerinde durmuyor nedense. Çivici, berber çırağı Hristo, bebek yüzlü gibi lakapları bulunuyor.

Romanınızın kahramanıyla yüz yüze de görüştüğünüzü söylüyorsunuz. Gerçek karakter kendisi hakkındaki hükmü neydi?

Bütün öldürdükleri hakkında tek haklı kendisiydi. Aslında o öldürmeden önce onları uyarmış ve insanlık görevini önceden yerine getirmişti. Öldürdüklerini rahmetle anıyor onlardan nefret etmiyordu. Çünkü onların ölümü onun için doğal ve olağandı. Nefret bir duygunun dışavurumudur. Peki ya duygu yoksa! Öldürdükçe itibarının arttığının ve çevresinde ayrı bir yere konulduğunun farkındaydı. Öyle bir miras bırakıyordu ki kendisinden sonra çocukları ve torunları da bundan yararlanacaktı. Bunu övünerek anlatıyordu.

Yaşam ile ölüm ve bu kavramların oluş biçimi edebiyatçıları hep meşgul eder. Yaşamı hiçleştiren kadar kutsayan da var, ha keza ölüm için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Romanınız da bunu dert ediyor, katil ve kurban üzerinden... Cevat Turan için yaşam ve ölüm ne anlama geliyor?

İki kardeş gibi yaşam ve ölüm. Birleşik kaplar gibi bütünleyen ve birinin diğerini asla dışlayamayacağı bir gerçek. Kimsenin kabul etmediği ama öleceğini bildiği halde hiç ölmeyecek gibi davrandığı bir hücreler bütünüyüz. Ölüm olmasa yaşamın anlamı bu kadar anlamlı olur muydu? Dünyaya hiç gelmemiş olsaydık ölümün ve yaşamın bir anlamı olur muydu? Hepimiz çok şanslıyız. Tesadüfen hayata geliyoruz ama yaşadığımız hayatların içini dolduramıyoruz. Ne zaman öleceğimizi bilemesek de başlangıcı ve bitişi olan bir zaman diliminin, saat, dakika, gün ve gecenin içinde yaşıyoruz. Peki, bir defacık gelen bu şansı nasıl değerlendiriyoruz? Araba, ev, kredi kartı, en son çıkan cep telefonu modeli ya da kim bilir hangi ünlünün hayatına öykünerek mi yaşıyoruz? Bu yaşamı gerçekten özgür bir biçimde kendimiz için mi yoksa modern köleler olarak dünyanın efendilerine mi heba ediyoruz? Bu yaşadığımız hayatlar bize mi ait? 12 bin yıldır toprağın altında gömülü duran göbekli tepenin varlığı bir insan olarak yaşadığımız yaşam diliminin ne kadar acınası ve zavallı olduğunu gösteriyor bize. Ne ölümü ve ölümden sonrasını ne de yaşamı kutsamadan, olduğu gibi kabul ederek her bir anı anlamlı kılarak yaşamamız lazım.


Pandemi süreci bir yazar olarak hayata bakış açınız, kavramlara dair yorumlarınızda bir değişiklik yarattı mı?

Hayır yaratmadı. Pandemi insanlık tarihi boyunca hep oldu ve bundan sonra da olacak. Her kriz kendi fırsatlarını ve çözümlerini, bunalımlarını yarattığı gibi bu da öyle oldu. Biz insanlar her şeye çok hızlı uyum sağlıyoruz. Biliyoruz ki bu yeryüzünde diğer türlerden farklı olarak bu uyumumuz bizi bugüne ve geleceğe taşıyan en büyük özelliğimiz olmuştur. Pandemi başladığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak deniliyordu ama bakıyoruz ne sokaklarda, ne de hayatlarda değişen çok şey yok. Bazı çalışma yöntemleri ve teknolojinin kullanım etkileri ile küçük farkındalıklar dışında şimdilik değişen pek bir şey görünmüyor.