Barbarlara Övgü

Barbarlara Övgü
Barbarların soylarından gelenler süreç içinde sayıca azalmış, tecrit edilmiş, yoksullaşmış hale geldiler. Kızılderililer, Güney Afrika yerlileri bu yaşanan sürecin en yakın örnekleridir. ..Tarihin kurbanlarını kimse umursamaz. Bilmem bu durum belki size de yaşadığınız coğrafyada da benzer örnekleri hatırlatıyor olabilir…


“Köylülerin tarihi şehirliler tarafından yazılır.
Göçebelerin tarihini yerleşik olanlar yazar.
Avcı-toplayıcıların tarihini yerleşikler,
devletsiz insanların tarihini saray kâtipleri yazar.
Ve hepsini “Barbarların Tarihi” şeklinde arşivlerde bulursunuz.”

Anonim

link.jpeg

Bilindiği üzere, Homo sapiens yani modern insan türü, yaklaşık üç yüz bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkmıştır. Daha sonra, yaklaşık altmış bin yıl önce Afrika’dan ayrılarak dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır.
Bu süreçte insanı evcilleştiren ve diğer canlılara karşı mukayeseli bir üstünlük kazandıran en önemli faktörün, ateşi kullanmayı başarmış olması olduğu düşünülmektedir. Primat kuzenlerimize nazaran vücudumuza oranla daha büyük bir beyne sahip olmamızın nedeni de ateşin beslenme alışkanlıklarımızda meydana getirdiği değişikliklere bağlanmaktadır. Bu sayede, dünyanın en başarılı istilacısı olan insan, ateşi evcilleştirerek en az yarım milyon yıl süren evrim sürecinde diğer canlı türlerine karşı mutlak bir üstünlük sağlamıştır.

barbarlara-ovgu.jpg
(Fotoğraf: Dr.Altar Kaplan)

Tipik bir örnek olarak, Afrika’da yapılan mağara kazılarının bir kısmında, en alt tabakada hiçbir karbon tortusu izine rastlanmazken burada büyük yırtıcıların eksiksiz iskeletleri ve üzerinde diş izleri olan, içlerinde insanın evrim sürecindeki ataları diyebileceğimiz Homini grubuna ait canlıların olduğu çeşitli hayvanların kemik kırıntıları bulunur. Bunun üstündeki katmana geçildiğindeyse ateşin kullanıldığına delalet eden karbon tortuları görülür. Fakat bu katmanda insanın ilk atası sayılabilecek aynı zamanda ateşi ilk kez kullanan eksiksiz Homo erectus iskeletleriyle çeşitli memeli, sürüngen, kuş ve bazı yırtıcı hayvanlara ait dişlenmiş kemik kalıntıları bulunur, anlaşılan av ve avcı yer değiştirmiştir. Mağara sahipliğindeki bu değişim, ateşin onu kullanmayı öğrenen türe nasıl bir imkân sağladığını göstermeye yeterlidir. Yerleşik hayata geçmenin yani ocak ve evlerin ön koşulu ateş olmuştur. Bu nedenle insan, bazı bitki, ağaç ve mantarlar gibi ateşe uyum sağlayan bir canlı türü yani pirofitiz olarak tanımlanır.
Özellikle devletlerin ilk aşamalarında tarımsal yapıların kurulmasında ateşin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Ateşin tarımsal üretimin ve besin hazırlığının bir parçası olarak kullanımı, insan topluluklarının yerleşik yaşama geçmeleri ve sonrasında devlet yapılarını oluşturmalarında önemli bir etkiye sahip olmuştur. Mezopotamya, Mısır, Hindistan ve Çin gibi uygarlıkların, buğday, arpa, ak darı, pirinç gibi temel tahılları işlemek ve pişirmek amacıyla ateşi kullanmaları, tarımsal üretimin gelişimine ve böylece yerleşik yaşamın kurulmasına zemin hazırlamıştır. Yeni Dünya’nın keşfiyle mısırın da bunlardan biri olduğu günümüzde üzerinde mutabakata varılan bir olgudur. Ayrıca, ateşin tahıl işleme süreçlerine ek olarak et ve diğer besinlerin pişirilmesi ve korunması için kullanılması da tarımsal faaliyetlerin ve besin kaynaklarının yönetimini kolaylaştırmıştır.
Ateşin harından neşet eden devlet aygıtı, üretmeyen kişileri yani memurları, askerleri, ruhbanları ve aristokratları besleyebilmek için el konulabilir bir zirai-hayvansal ürün artığına ihtiyaç duyuyordu. Devletin sadece küçük bir alanda büyük bir nüfusu barındırabilecek zengin topraklara sahip olması değil aynı zamanda halkının da vergilendirilebilir bir ürün üretme kabiliyetine de sahip olması ve bunun yanı sıra otoriteye boyun eğmeleri gerekliydi. Bu otoriteye boyun eğme meselesine en son döneceğiz. Şimdilik isterseniz ilk devletlerin ortaya çıktıkları coğrafyalara bir bakalım.
Bunlar sırasıyla Mezopotamya’da bereketli hilal olarak tanımlanan Dicle ve Fırat nehirleri, Mısır’da Nil, Hindistan’da İndus Nehri ve Çin’de Sarı Nehir alüvyonlu topraklarıydı. Kolay işlenen ve bereketli bu topraklarda tarım, güvenli ve felaketle sonuçlanmayan, tahmin edilebilir taşkınların izin vermesi durumunda sellerin çekildiği alanlarda yapılabilmekteydi. Bu sayede insanlar toprağı çapalamak gibi çok fazla emek harcamadan ürünlerini üretebiliyorlardı. Benim de bu yazıyı kaleme alırken faydalandığım James C. Scott’un, “Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi” isimli eserinde yazdığı şekilde tarihsel süreçte bu bölgelerde tarımın ve zirai üretimin gelişimi, nüfus artışıyla birlikte zenginlik birikimi karmaşık toplumsal yapıların -devlet aygıtlarının- oluşumunu ve sürdürülebilirliğini desteklemiştir.
Uygarlık anlatısında başın üstündeki damın ve sabit bir ikametin yeri neredeyse kutsaldır. Kutsal olmayanın karşısında ateş gerek uhrevi gerekse dünyevi manada cezalandırıcı bir unsur olarak yer alır; ilhakların, isyanların ateşle özdeşleşmesi ya da cehennemin ateşle tasvir edilmesi hep bu nedenledir… Bu öyküde tarım toplumlarının yani yerleşik hayata geçenlerin avcı-toplayıcılardan, yerleşiklerin tanımladığı şekilde barbarlardan (Bu kelime Fransızca “barbare” “yabancı, vahşi” sözcüğünden ve Fransızca olan bu sözcük Latince aynı anlama gelen “barbarus” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunancada anlaşılmaz bir dil konuşan kimse”, “bárbaros” olarak kullanılmaktadır.) üstün olduğu, onların vahşi, yabani, ilkel, kanunsuz ve şiddet dolu dünyasının istisna olduğu vurgulanır.
Genel öğretide tarıma geçmeyi reddeden bu barbarlar, bunu cehaletlerinden yapmışlardır; oysa gerçekten öyle mi, balıklar hiç sudan bahseder mi? Anlatıda barbar olarak tanımlanan bu insanlar otorite figürü olan kralı, beleşçi memuru ya da efsunlu bir din görevlisini başlarında görmek istememiş olan özgür insanlar olabilirler mi? Onlara göre yerleşik hayata geçmemek bir özgürleşme mücadelesi olabilir mi? Savaşlarda ölme riskinden, angarya işlerden, vergiden, salgın hastalıklardan kurtulmak için özgürlüğü ve fiziksel hareketliliği baskıcı bir serfliğe tercih etmiş olamazlar mı? Tüm bu ve benzeri soruları bir arada ele alırsak, asıl mesele ateşi kullanıp kullanamama yetisinde yatıyordu. Çünkü diğer canlılarla aralarında fark yaratan temel mevzu buydu. Sonuç olarak, barbarlar da birçok yeteneklerinin yanı sıra ateşi kullanmayı bilmekteydiler. Bu durumda, neden yerleşik yaşama geçmelilerdi ki?
Yetenek demişken şunu da belirtmek lazım; yazı gibi ekim biçim işleri de yerleşik hayatın ortaya çıkmasıyla öğrenilmedi. İlk yazı devletin vergi gereksinimleri için kullanılmıştı. Nasıl sabanla toprağın sürülmesi sürekli angaryayla ilişkilendirildiği için uzun süre direnişle karşılaşmışsa yazı da her yerde devletlerle ve vergilerle ilişkilendirildiği için dirençle karşılanmıştı. Bu nedenle ikisinin benimsenmesi de uzun yıllar aldı. Bu bağlamda Osmanlı da matbaanın yaygınlaşmasının gecikmesine kadar götürebilirsiniz bu örneği…
Düşününce, yerleşik hayata geçmeyen barbarlara göre tamamen yoğun emek isteyen çiftçilik ve hayvancılığa hayatlarını bağlayarak kendilerini riske sokmaları için makul bir sebep yoktu. En basit ifadesiyle, sadece tek bir gıda kaynağına odaklanmaktan kaçınmayı tercih etmiş olabilirlerdi. Güvenliğin ve görece refahın ne derece olduğunu belirlemek zor olsa da, yemek ve barınmak için gereken kamışlarla sazlıklar, çok çeşitli miktarda yenilebilir bitki ve meyve ile av hayvanları muazzam şekilde besleyici unsurlar olarak yerleşik hayata geçenlerden daha fazla protein ve besin kaynağı sağlıyordu muhtemelen onlara. Bununla birlikte, yerleşik hayata geçenlerin daha az çeşit ürün tüketebildiği ve bu konuda devlet aygıtı nedeniyle bazı sınırlamalarla karşılaştıkları bir gerçekti. Hemen buna bir kanıtınız var mı diye soracak olanlara tarihçi ve arkeologların söylerken çok hoşlandıkları bir sözü hatırlatmakla yetineyim: “kanıtın yokluğu yokluğa kanıt değildir.” Doğrusu akıl yürütmeden kanıta ulaşmak da çoğu zaman mümkün olmaz.
Kaldı ki barbarlar isterlerse yoğun ormanlar, araziler, deltalar, turbalıklar, fundalık bozkırlar, çöller, çalılıklar, ıssız yerler, dağlar tepeler hatta denizin kendisini bile kendilerine yurt edinebilirlerdi. Bir tehlike zuhur edince ya da kaynaklar tükenmeye yüz tutunca diledikleri zaman yer değiştirebilirlerdi. Nitekim barbarların zor durumda yağmalayabilecekleri ürün ve canlı depoları, yerleşikler tarafından her daim hazır bulunduruluyordu. Bu durumda karınlarını doyurma kaygısının altında ezilme ihtimalleri oldukça düşüktü.
Diğer taraftan evcilleştirilen hayvan ve bitkilerin yerleşiklerin varlığı olmadan yaşamayacakları ne denli doğruysa, yerleşiklerin de onlara muhtaç olduğu gerçeği ortadadır. Hayvanların rahatı için damlar; tahıllar, sebzeler, meyveler için bahçeler inşa eden; onları sulayan, besleyen, çapalayan, hava olaylarından muhafaza eden; vahşi hayvanlardan, haşereden onları koruyan yerleşiklerin kendilerini onlara adamaları sayesinde hayvan ve nebatat tatlı yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Kim kimin buyruğunda olduğu sorusu pek net değildir. Nihai tasarruf gücü yerleşikler de olsa da bunun için harcanan emek zaman yaşam için oldukça maliyetlidir de. Ez cümle yerleşik hayata geçenler bu tercihleriyle isterlerse doğada serbestçe bulabilecekleri bir dolu bitki ve hayvanı bir avuç tahıl ve evcil hayvanla takas etmişlerdir. Bu durum öyle bir dramatik noktaya evirilmiştir ki zamanla evcilleşen insan, tüm hayatını bir fabrikanın herhangi bir bandında vida sıkarak ya da bir masa başında ömrünü tüketerek harcamak zorunda kalmıştır. Bu, bir gelişmeden ziyade, doğaya ve hayata ait sahip oldukları bilgiyi kaybettikleri anlamına gelmektedir. Yaşadığınız apartman dairlerini, beslenme alışkanlıklarınızı, ailevi ilişkilerinizi ve işinizi hayal edin…
Tarihsel sürece geri dönersek, primitif dünyada çeperlerde yani devletin dışında kalan insanlar zihinsel melekelerinin yetersizliği nedeniyle değil devletin dayattığı tahakkümcü yapıdan kaçınacak kadar zeki olduklarından bu yaşama uyum sağlamamışlar ve halen korudukları direnme yetenekleriyle orta çağın sonlarına kadar bu yapıdan kaçınabilmişlerdir. Bu noktada, devlet mekanizmasının her durumda özgürlüğün değil, zorunluluğun alanı olduğunu fark etmiş olmaları önemlidir.
Doğrusu son dört yüzyıllık döneme dek dünyanın üçte biri hala avcı-toplayıcılardan, bugün tanımlandığı şekilde barbarlardan oluşmaktaydı. 16. yüzyıla kadar, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu devletsiz topluluklardan oluşuyordu diyebiliriz. Devletler çoğunlukla tarıma uygun olan yerkürenin küçük bir kısmına sıkışmış durumdaydılar. Devletin başladığı sınır vergi ve tahılın başladığı yerdi; özünde hegemonyanın başladığı yer… İnsanların büyük çoğunluğu, devletin alamet-i farikası olan vergi memuruyla henüz hiç tanışmamıştı. Devletin etkin bir şekilde vergilendiremediği, yönetemediği çok sayıda avcı-toplayıcılar, balıkçılar, göçebe tarım ve hayvancılık yapanlar halen insan nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturmaktaydılar. Orta çağın hudut bölgesi hala, devletlerin uzağında kalmak isteyenleri çağıracak kadar uçsuz bucaksızdı. Devletin kafesine, askeri teknolojinin ilerlemesiyle orta çağdan sonra mecburen girdiler.
Ne var ki barbarların soylarından gelenler süreç içinde sayıca azalmış, tecrit edilmiş, yoksullaşmış hale geldiler. Kızılderililer, Güney Afrika yerlileri bu yaşanan sürecin en yakın örnekleridir. Ara sıra hayatta kalanlar yerleşiklerin dikkatini çekmeyi başarsalar, yerleşiklerin içlerinden, atalarının zalimliğiyle hayıflananlar olsa da müreffeh hayatlarından ya da varlıklarından onlar lehine vazgeçmeyi düşünenler olmadı. Tarihin kurbanlarını kimse umursamaz. Bilmem bu durum belki size de yaşadığınız coğrafyada da benzer örnekleri hatırlatıyor olabilir…
Maalesef barbarların değil yerleşiklerin, daha açık bir ifadeyle devlete biat edenlerin tarihi yazıldığı için bunun farkında değiliz çünkü etrafta tarihi yazabilecek onlardan başka kimse yoktur.
Walter Benjamin tarihsel anlatıların ve izahların genellikle zafer kazananların perspektifinden aktarıldığını ve bu nedenle galiple duygudaşlık kurma eğilimi olduğunu ifade eder. Hükmedenler, önceki zafer kazananların mirasını devralarak kendilerini tarihsel süreçte seleflerinin yerlerine koyma çabası içindedirler. Bunun sonucunda da genellikle “resmi” tarih yazımının, hükmedenlerin bakış açısıyla uyumlu olduğu görülür. Bu durumda, hükmedenlerin tarih yazımında hâkimiyetlerini ve meşruiyetlerini pekiştirmeye yönelik bir amaç taşıdığı söylenebilir. Galiple duygudaşlık, hükmedenlerin hikâyelerini haklı çıkarma ve meşrulaştırma amacını güder. Bu da tarihsel anlatıların ve izahların neden genellikle hükmedenlerin bakış açısını yansıttığını açıklamaya yardımcı olur.
Bu açıdan bakıldığında; gücü merkezde toplayan bir hanedanın başarıları daha çok askeri zaferleri bir uygarlık göstergesi olabilir mi? Kendi kendini kayda geçiren ve her durumda kendini methetmek, uygarlık ateşini yakmak anlamına gelir mi? Ne yazık ki, sadece yazılı kayıtlar ve bas rölyefleri kanıt göstermekle bu sorulara müspet cevap verebilirsiniz, aksi mümkün değil…
Örneğin ezberlenip tekrar tekrar anlatılarak zamana uyarlanan destanlar bu konuda güzel bir örnektir. Bu metinler barbarlar tarafından değil yerleşikler tarafından yazıya geçirilerek sözlü anlatımdan ziyade onları okuyabilen küçük bir seçkin sınıfın inisiyatifine terk edilmesinin neresi daha insani, demokratik bir kültür biçimi oluşturmuş olabilir? Barbarlar yerleşik hayata geçip şehir yaşantısıyla canlarından bezmedikleri için hikâye yazmakla uğraşmamışlar, yaşamaya bakmış olamazlar mı? İşin özü devletin sınırları dışındakiler vahşi olmadıkları gibi yerleşik olmak medeni olan anlamına gelmez, devlet aygıtına tabi olmak gelişimin bir göstergesi değildir…
Gelişme demişken bir parantez açayım; sağlık sistemi o kadar gelişmesine rağmen günümüzde hastaneye gelen vakaların üçte ikisinden fazlasının iyatrojenik yani önceki tıbbi müdahalelerin ve tedavilerin sonucunda hastalandıkları görülüyor. Evet, haklısınız pandemi var bir de…
Bu tarihsiz insanların, üsten bir bakışla tanımlandığı şekilde barbarların büyük bir çoğunluğu, arkalarında hiç kanıt bırakmadan bu dünyadan göçüp gitseler de, evrende karanlık maddenin kapladığı alan gibi muazzam boyutlara varan bir boşluk bıraktılar. Ancak ne olursa olsun, sırf onların cahilliğiyle açıklanabilecek bir sürecin yaşanmadığı kuvvetle muhtemel.
Gelgelelim otoriteye boyun eğme meselesine; barbarların aksine yerleşikler, ektikleri ürünlerin hasadını yapmak için ellerinden gelen her şeyi yapsalar da doğa olaylarının etkisine bağımlıydılar. En çok da gökten gelecek yağmura; yağarsa kader yağmazsa keder… Barbarlar ise kendi hayatlarını kendilerinin şekillendirebileceğine inanırlardı, göksel beklentileri anlıktı. “Kader” kelimesi muhtemelen lügatlarında yoktu.
Nihayet şimdi en önemli sorumuzu sormamızın vakti geldi; Muktedirler “kader” diye bir kelime uydurarak, insanları devlet denen gayya kuyusunun içinde yaşamaya ikna etmiş olabilirler mi?
Sizi bilmem ama zamanında bu soruya barbarların nasıl cevap verdiklerini öğrenmek istiyorsanız Londra’daki British Museum’da sergilenen 1297 numaralı kil tabletin çözümünü okumanızı öneririm.
Ne mutlu layıkıyla yaşayan barbarlara…

Yazan:Dr.Altar Kaplan