Tülin Özen: Sanat da iktidar aygıtlarıyla mücadele etmek için yapılmıyor

Bir Başkadır dizisinde Gülbin karakterini oynayan oyuncu Tülin Özen, "Sanat da iktidar aygıtlarıyla mücadele etmek için yapılmıyor zaten, insanı anlatırken ister istemez oralara denk geliniyor" dedi.

Berkun Oya'nın yazıp yönettiği, 8 bölümden oluşan Netflix dizisi 'Bir Başkadır' 12 Kasım'da izleyicilerle buluştu. duvaR'dan Anıl Mert Özsoy, yayınlandıktan sonra Türkiye'nin gündemine oturan Bir Başkadır dizisinde Gülbin karakterini oynayan oyuncu Tülin Özen ile söyleşi yaptı. Özen, "Sanat da iktidar aygıtlarıyla mücadele etmek için yapılmıyor zaten, insanı anlatırken ister istemez oralara denk geliniyor ve iktidarın yarattığı zulümle ve şiddetle karşılaşır karşılaşmaz  tek bir türkü, bir resim, bir satır, bir bakış alt ediveriyor onu" dedi.

İşte o röportaj:

 

Türkiye'nin yakın geçmişinin bugüne etkilerinin bir fotoğrafı aynı zamanda “Bir Başkadır”... Böylesine gerçekliği temele alan bir projede yer almak oyuncu olarak belli riskleri de beraberinde getirmiyor mu?

Tam olarak risk derken neyi kastettiğinizi anlamamış olabilirim. Eleştirilme korkusu ise, bu riski barındırıyor tabii. Ben tartışılması ya da beğenilip beğenilmemesiyle ilgili bir sorun hiç yaşamıyorum. ‘Gerçekliği temele alan’ dediğinizde ilk yarattığı sonuç, herkesin aynı gerçekliği kabul etmediğini varsayarsak, kimi izleyenler için çelişkiler ve dizide yaratılan durumlar, sözler, ifade ediliş biçimiyle ilgili sorunlar oluşturması oluyordur. Gerçeklik hissini temel alınca, çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz kendinizle ve çevrenizle hemen örtüşen ya da zıtlaşan kısımları bulmanız kolaylaşıyor. Benim için de var. Sorduğum ve sorun ettiğim kısımları kesinlikle var. Ve bu soruları düşünmenin, en başta kendim için faydalı olduğunu düşünüyorum, kendim için faydalı bulduğum bir soruyu ve sorunu seyirciyle paylaşmak da bana riskten ziyade dürüst ve yapılması gereken bir mesleki özellik gibi geliyor.

Temsiliyet meselesi sinema ve dizilerde ciddi anlamda tartışılması gereken bir başlık. “Bir Başkadır” ise tam olarak bir temsiliyetler zinciri... Senaryo, yönetmenlik her ne kadar çok önemliyse de, bir o kadar da oyuncunun üstündedir bu yük... 'Kalbur üstü', 'beyaz' bir Kürt kadını oynamak sizin için ne ifade ediyor? Temsiliyet meselesine dair ne gibi çalışmalar yaptınız?

Artık izlenme aşamasına gelmiş bir dizide temsiliyet meselesini düşünmesi gereken oyuncu değildir bence. Hele ki böyle türlü karakterlerin ve hikayelerin olduğu bir işte, hikayeleri nasıl ve ne mesafeyle, nasıl bir açıyla, nasıl bir montajla, ritmle yerleştirdiğin belirliyor her şeyi. Yani en başta senaristin, sonrasında da son noktayı koyan yönetmenin işidir. Oyuncu olarak her sahnede o sahnenin gereklerini, yine yönetmen direktifleriyle yerine getirmeye çalışıyorsun, okuduğun senaryo, monitörde ve kurguda değişebiliyor. Onun için ben hazırlığımı ilk sorunuzdaki gibi yaptım.

‘Kalbur üstü’ dediğiniz yere çıkarken, ne kadar savaştığıyla, ne kadar hırslanması gerektiğiyle ilgilendim. Kendisiyle beraber ailesini de ‘bir yerlere getirme’ çabasının yoruculuğuyla, hiçbir şeyin bu ülkede Kürt ya da ‘diğer’ olanlar için kolay olmayışıyla, içinde ya da yakınında kırılmalar yaratma ihtimaliyle, ve bir anda yarattığını düşündüğün her şeyin yerle bir olma korkusuyla yaşamanın ne kadar yıpratıcı oluşuyla ilgilendim... Ha bu sorunların hepsi bende de var mı? Var. Herkeste var mı? Benim gördüğüm kadarıyla ‘kendini var etme ve kabul görme’ mücadelesi bu ülkede çok var. Ama Gülbin’in ailesi için daha da sert koşullarda var.

'Bir Başkadır'da birçok iktidar unsuru var. Abi, arkadaş, hasta, kardeş, din, '35 yıl önce atılan tekme'... Ve bunlarla mücadele eden ya da sinen karakterler... Sanatla, iktidarın hemen her türlü aygıtıyla mücadele etmek mümkün müdür?

Bu soru biraz karmaşık geliyor tabii bana... ‘Bir Başkadır’ üzerinden soruyorsanız, bu bir dizi. Sanat diyebilmek için gereken kriterler nedir, o kriterleri yerine getiriyor mudur, ya da baştan bir sanat eseri olmayı hedefleyerek mi yola çıkmıştır, bunlar bir dizi için soru işareti herhalde... Sanatın iktidar aygıtlarını yenip yenemeyeceği sorusunun yanıtı ise, ‘her daim yenmiştir’e daha yakın. Shakespeare, Çehov, Yaşar Kemal ve insana dair söyledikleri, dönemlerinin siyasetçilerinden, Henry’lerinden daha uzun yaşamış ve yaşayacaktır elbet. Ama hala İngiltere Krallığı var ve hala kim, hangi aileden kimi sevdi de ailesine rest çekti, bu hikayeyi hangi dijital platforma satacak  ya da hangi prensesi hangi alt geçitlerde öldürüyorlar acaba, şaibeleri varsa, yeni Shakespeareler'e de yeni hikayeler yazılmaya devam ediyor demektir ne yazık ki. Bir taraftan günümüzde Charles Dickens, Yavuz Özkan ya da sevgili Erden Kıral gerçekliği devam ediyor, evet, ama yürüyen maden işçileri de o gücü yaşadıklarının yanı sıra, buralardan da alıyorlardır. Ya da 'Yabancı’yı, 'Aylak Adam’ı okuduk ama Meursault olmaktan kaçınabiliyor muyuz ya da zaten kaçınamayacaktık da onu mu söylediler? Bilemedim.

Dediğim gibi karmaşık bir soru. Sanat da iktidar aygıtlarıyla mücadele etmek için yapılmıyor zaten, insanı anlatırken ister istemez oralara denk geliniyor ve iktidarın yarattığı zulümle ve şiddetle karşılaşır karşılaşmaz  tek bir türkü, bir resim, bir satır, bir bakış alt ediveriyor onu. Ben sorunuzda yanıtı değil ama sanatın tarafında durduğumu biliyorum.

Röportajın tamamını okumak için tıklayın.

Kültür Sanat Haberleri