Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın BM 78. Genel Kurulu salonunun merdivenlerdeki renkleri LGBTQ sembolü sanıp BM’yi eleştirmeye kalkması hayli konuşulmuştu, anımsarsınız. Avrupa medyasında meselenin hayli küçültücü ifadelerle ele alındığını vurgulayalım önce. Bizde işin bu tarafından söz eden olmadı pek.
Onca sorun varken Erdoğan’ın takıldığı konunun bu olması gerçekten can sıkıcıydı. Kimse Erdoğan’dan LGBTQ bireylerini desteklemesini beklemiyor, bunun olmayacağı biliniyor çünkü. Ama en azından tahammül kültürüne sahip olmasıdır beklenen.
Düşünce kodlarına uymayan ne varsa onları renklere ayırıp kendi kendine öfkeleniyor AKP Genel Başkanı. Kimi renkler onun için Kürtlerin, kimileri geylerin/lezbiyenlerin, komünistlerin, düşman ülkelerin. Renkleri meşrebince paylaştırmış işte kızdığı kim/ne varsa. Bu iyi bir tutum değil. Ona buna renk dağıtırken kendi yaşamını “renksizleştirebilir“ kişi. Fark edilebilse keşke bu.
LGBT nefreti malum Recep beyin. Tabii ki muhafazakarlığının yansıması bu. Ancak bu muhafazakar tutum, Erdoğan’da giderek bir tür korkuya dönüşmüş belli ki. Cidden korkuyor olmalı ki bazı renkleri gördüğünde hayli sinirleniyor. Bunun da elbette bir adı var. Renk Korkusu, yani Kromofobi denir buna. Bazı insanlar sadece belirli renklerden bazıları ise (buna sık rastlanmaz) tüm renklerden korkabilir. Onları tanımlıyor bu sözcük.
Kromofobi ile tanışmam şöyle olmuştur; renklerin çeşitli kültürlerdeki yerini, dinlerce nasıl ele alındığını, sanattaki kullanımını merak ettiğim için renklere dair okurdum bir şeyler. Bana göre bunların içinde en önemli çalışma David Batchelor‘un, Chromophobia adlı kitabıdır. Topu topu 128 sayfalık bir kitaptır bu. Renklere toplumların, özellikle batı toplumunun nasıl yanaştığını pek güzel anlatır. Bazı edebi eserlerdeki kahraman ya da figürlerin de renklerle ilişkilerini analiz eder. Keyifli kitaptır. Ben Kromofobi’yi bu kitaptan okudum.
22. sayfada şu satırların altını çizmişim, çevirerek özetle aktarayım: “Rengin Batı kültürünün kaderiyle bağlantılı olduğu düşüncesi kulağa tuhaf geliyor, yani pek olası değil. Ancak benim iddiam şu: renk, Batı kültüründe aşırı bir önyargının nesnesi olmuştur. Bu önyargı çoğunlukla kontrolsüz kalmış, fark edilmeden geçip gitmiştir. Yine de bu önyargı öylesine her şeyi kucaklayan, genelleştiren bir önyargıdır ki, şu ya da bu zamanda hemen hemen tüm diğer önyargıları kendi hizmetine almıştır...Batı'da Antik Çağ'dan bu yana rengin sistematik olarak marjinalleştirildiğini, küçültüldüğünü, aşağılandığını söylemek abartı olmaz. Nesiller boyu filozoflar, sanatçılar, sanat tarihçileri, kültür teorisyenleri bu önyargıyı canlı, sıcak tutmuş, beslemiş, geliştirmiştir. Tüm önyargılarda olduğu gibi, bu önyargının açık biçimi, nefreti, bir korkuyu maskeler: bilinmeyen ya da bilinemez görünen bir şey tarafından kirletilme, yozlaştırılma korkusu. Renkten duyulan bu nefretin, renk yoluyla yozlaşma korkusunun bir isme ihtiyacı vardır: Kromofobi. (Belki kitabı okumak istersiniz: Reaktion Books, London, 2007)
Batı insanının renklere öfkesinin nedeni ne olabilir diye düşünen varsa, nedenlerden birinin Hıristiyanlığın renklere yüklediği anlam olduğunu söyleyebilirim. Yeni Ahit’te yazar örneğin: 'Günahlarınız kızıl olsa da, kar gibi beyaz olacaklar“. Kırmızı’nın günahın rengi olduğuna inanmaz mı şimdi kilise cemaatı. Önyargı din eliyle yerleşmiş belli ki.
İslam’da da ayrıcalıklı renkler vardır elbette. İslam peygamberinin beyaz, siyah, yeşil, kırmızı renklerden yapılmış elbiseler giydiğini yazar kimi kaynaklar. Çoğu zaman da beyazı tercih ettiğine tanık olunmuştur. Bu arada İslam’ı temsil eden rengin Yeşil değil Beyaz olduğunu belirteyim.
Dönelim yine Batchelor’a. Kitapta Kromofobi‘nin, rengi kültürden arındırmaya, rengin değerini düşürmeye, önemini azaltmaya, karmaşıklığını inkar etmeye yönelik çok sayıda, çeşitli girişimlerde kendini gösterdiği“ ifade edilerek şu sonuca varılıyor: “Daha spesifik olarak:; rengin bu şekilde arındırılması genellikle iki yoldan biriyle gerçekleştirilir. İlkinde, renk 'yabancı' bir bedenin -genellikle dişil, doğulu, ilkel, çocuksu, bayağı, queer ya da patolojik olanın- özelliği olarak gösterilir. İkincisinde ise renk, yüzeysel, tamamlayıcı, gereksiz ya da kozmetik olanın alanına indirgenir. Birinde renk yabancı, dolayısıyla tehlikeli olarak görülür. Renk ya tehlikelidir, ya önemsizdir, ya da her ikisidir. (syf:23-24)
Yani Batchelor boşuna yazmamış bu kitabı, biliyor da yazıyor adam. Çoğu zaman Recep bey ile fikirdaşlarınca mutlaka “bir şeylerin” sembolü olan, ama bizim hiç de olmadık anlamlar çıkarmadığımız renkler neler çekmiş meğer, bu kitabı okuyunca anladım. Renge bu kadar kafayı takmak sonunda ondan korkmaya yol açmış beyefendide. Herhangi bir rengi dini, milli, yerli anlayışlara göre ret ya da kabul etmenin elbette korkuyla ilgisi var; o yüzden Kromofobi demişler zaten.
Denir ki, “Kromofobi, kişinin korktuğu rengin nesnesine veya kaynağına maruz kaldığında tetiklenen spesifik bir fobi bozukluğudur“. Demek ki gerçekten Recep bey LGBTQ renklerini görünce fobisi tetikleniyor. Önlemeli bunu. Biz ülkede idare ediyoruz ama dışarıda iyi olmuyor.
Tabii ki Recep beyin de sevdiği, favorisi olan bir renk vardır. Ama tüm dünyayı o “renge” boyayamayacağını aklından çıkarmamalı.
Karşısında mutlaka bir “kırmızı” bulur çünkü.
Ki çok severim kırmızıyı.