Yargıtay; Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’e verilen cezaları onayladı.
Milletvekili seçilen Can Atalay’ın Meclis’e gelmesinin önünü tıkadı.
Bu kararın sadece zamanlaması bile siyasi bir karar olduğunu gösteriyor.
Atalay’ın bir milletvekili olarak Meclis’e gelmesi gerektiğine ilişkin toplumsal ve siyasal baskının yükseldiği bir dönemde Yargıtay alt mahkemenin kararını onaylayarak bu yolu kapattı.
Bu karar daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi iktidarın beklentisine uygun, siyasal bir karardır. Hukukçu bilim insanlarının gerekçeleriyle ortaya koydukları gibi hukuki bir karar değildir.
Yargının siyasallaştığını gösteren bir karardır.
Bu karar da Türkiye’nin 12 Eylül 2010’da yaptığı anayasa değişikliğiyle, yargının iktidarın ve o tarihte iktidarın işbirliği yaptığı FETÖ’nün kontrolüne geçmesinin doğal bir sonucudur.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ’cüler yargı dahil bürokrasiden uzaklaştırılmış olsa da yerlerine büyük ölçüde AK Partili ve iktidarın kurdurduğu vakıf ve derneklere mensup avukatlar yargıç ve savcı olarak atandılar.
Yüksek yargıya da atamalar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından yapıldı, yapılıyor.
Bu atamalarda liyakatten çok iktidara sadakatin esas alındığı da bilinen bir gerçek.
Böylece yargıda oluşan yapının en önemli özelliği iktidara bağlı ve bağımlı hale gelmesi.
Bu ilişki en açık biçimde siyasal nitelikle davalarda ortaya çıkıyor.
Hukuki olmaktan çok siyasi amaçla yapılan yargılamalarda siyasi otorite nasıl bir ceza verilmesini istiyorsa yargı o kararı veriyor. Kimin cezaevinde kalacağına, kimin çıkacağına siyasi otorite karar veriyor.
Gezi davasında da öyle oldu.
Daha önce iki kez beraat eden Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildi. İddianamede Kavala’nın Gezi olaylarında şiddet kullandığına dair bırakın delili elle tutulur bir iddia bile yok.
Anı durum milletvekili seçilen Can Atalay için de geçerli. Bu kararın Atalay’ın Meclis’e gitmesini önlemek için alındığı da çok açık.
Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in de şiddetle bir ilgileri yok ancak cezaları onandı.
Uzman hukukçuların üzerinde uzlaştıkları gibi Gezi olaylarının Anayasa’nın güvencesi altında olarak protesto, gösteri ve yürüyüş hakkının kullanılması olarak değil “hükümeti devirmeye teşebbüs” olarak iddianameye konu olması zorlama bir yorum olarak duruyor.
Bu karar aynı zamanda bundan sonra bu hakkını kullanmak isteyen vatandaşlara, meslek kuruluşlarına, sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere ve üniversite öğrencilerine de gözdağı niteliği taşıyor.
İktidar uzun bir süredir toplantı, gösteri, yürüyüş, grev hakkının kullanılmasına izin vermiyor. Anayasal özgürlükleri kısıtlamış durumda.
Yasamanın etkisizleştirildiği, yargının iktidarın kontrolüne girdiği, basının büyük ölçüde iktidara bağlandığı Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen yok edilmiş oldu.
Demokrasinin temelini oluşturan bu ilkenin ortadan kalkması denge-denetleme organlarının da boşa çıkarılmasıyla sonuçlandı.
Oysa demokrasinin en önemli özelliği iktidarın eylem ve işlemlerinin anayasal kurumlarca denetlenmesidir.
Türkiye’de ise iktidarın bütün kararları denetim dışında bırakılıyor.
İktidar anayasa ve yasaları işine gelmediği zaman tanımıyor.
Bu sistem Türkiye’nin anayasasında yazılı olan “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” niteliklerinin kağıt üstünde kaldığını gösteriyor.