Bundan tam 49 yıl önce bugün.
15 Kasım 1974.
TRT Haber Merkezi’nde çalışmaya başladığım gün..
Aslında “biz” demeliyim. Tanıdığınız o kadar çok isim var ki o tarihte o heyecanı paylaştığımız: Ali Kırca, Atilla Özsever, Tuğrul Eryılmaz birkaçı..
Pek çoğumuzun, görevimizin ne olduğuna dair hiçbir fikri yok. Bildiğimiz, İsmail Cem’in genel müdürlüğünde müthiş bir atağa kalkan TRT’nin bu yolculuğuna katılacak olduğumuz..
Yaz aylarında bir yazılı sınav, bir mülakat.
Daha sonra bir ay kadar süren staj dönemi. Ve yine bir yazılı sınav, bir mülakat daha.
Böyle bir maratonun ardından seçilmiştik. Hele o son mülakat yok mu!
Soru sağanağında karşıma çıkan sonuncusu şuydu:
“Napolyon O’nun için ‘ben ne kadar iyi bir parçaysam O da o kadar kötü bir parça’ demişti.. Kimdi o isim?”
Buyurun bakalım! Hayatınızın en önemli armağanı ile aranızda sadece Napolyon var. İyi de “yanındaki” kim?
Beynimde fırtınalar kopuyordu. Napolyon’un soyadı Buonoparte idi. Yani İtalyancada “iyi parça”. Demek ki İtalyancada “kötü” sözcüğünün karşılığını bulmam gerekiyordu: Peggio, cattivo, male..
Jüri başkanı tam “bu kadar, çıkabilirsiniz” derken yanıtı buldum: Malaparte! Gazeteci, yazar Curzio Malaparte.
Yanıtı bulmuştum ama sesim -heyecandan olsa gerek- çok yavaş çıkmıştı. Neredeyse duyulmuyordu. Neyse ki kurumun tarihinde çok önemli yeri olan Esin Talu Çelikkan duymuş, “çocuk bildi” diye atılıp bana geleceğin kapısını açıvermişti.
*. *. *
TRT ‘deki ilk günler, haftalar rüya gibiydi. Her anını içime çekiyordum. Haberlerin her kelimesini zihnime kazıyordum.
Derken 1 Aralık 1974 günü geldi. Yani yarım da olsa ilk maaşımızı alacağımız gün.
Kurumun üst katlarından birinde, muhasebe servisi önünde sıraya girdik.
Herkes zarf içinde parasını aldı.
Ya ben!
Sürpriz!
Bana maaş yoktu.
Aşağıya, haber merkezine koştum. Haber müdürü Tayyar Şafak’a durumu anlattım. Şaşırmadı. Belli ki biliyordu.
“Neden” diye sordum. Farkında bile değildim ama meğer her sabah ve her akşam imzalamamız gereken bir yoklama defteri varmış. Anlaşılacağı üzere kimse bana söylememiş, beni uyarmamış.. Sonuçta “İMZA YOK.. MAAŞ YOK..” komutuyla oyundan düşüvermişim!
“Ama” dedim “siz benim her gün burada olduğumu.. En erken gelip en geç çıktığımı.. Haberlere odaklanmaktan defteri görmemiş olabileceğimi biliyorsunuz, değil mi!”
Çok ilginç bir karşılık verdi:
“Burada gazeteci değil memur olduğunu hatırlamanı istedim.”
*. *. *
Aradan 49 yıl geçti. Yarın GAZETECİLİKTE 50’nci yıldan gün almaya başlayacağım.
Ne acıdır ki, bu yıldönümünü gazeteci olarak kalmakta direndiğim için evde kutluyorum!! Devir MEMUR devri çünkü. Reis, basın kartının rengini sarıdan turkuaza dönüştürmekle kalmadı. O kartların sahiplerini, ünvânı “gazeteci” görünen memurlara çevirdi.
Düşünün: Erdoğan’ın son yurt dışı gezisi sırasında AYM- Yargıtay çekişmesi ve dört dörtlük bir devlet krizi patlıyor. Dönüş yolundaki o malum “ne sorayım reisime” seansında kimsenin aklına / dilinin ucuna kriz gelmiyor. Gelmeyince ne yapsın, sormuyor!
Cari açıktan, saldırılarına rağmen ticarete devam ettiğimiz İsrail’den, Atatürk düşmanı hoca tayfasından vs söz bile etmiyorum.
Ama o krizi “SORMAYI UNUTMAK” ancak memur olmakla mümkün.
*. *. *
İleride bir gün o faslı da yazarım: TRT’de bir avuç gazeteci kuruma doldurulan faşistleri nasıl püskürttük.. Milliyetçi Cephe kadrosunun kötülüklerine nasıl kahkahalarla direndik.. Sürgün edildiğimiz illerde veya bölümlerde bizi ezmek için verdikleri saçma ötesi görevleri, nasıl “dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi” yerine getirdik..
Kısacası boyun eğmeyi nasıl reddettik!
Bugün de, mahallenin genel havasına bakıp karalar bağlasam bile yüreğimi ferahlatan.. Boyun eğmeyen.. Umudumu tazeleyen gazeteciler yok mu!
Ben Barış Pehlivan diye başlayayım, gerisini siz getirin.