Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere 19 Mayıs 1919 günü, Samsun’da ilk adımı atmasının 100. yıl dönümünü kutladık.
Sadece Samsun’da değil, bütün Türkiye’de coşku vardı.
Mutlaka dikkati çekiyordur; milli bayramlarda, devlet törenlerinde değil ama halk kutlamalarında coşku her geçen yıl bir öncekine göre daha fazla oluyor. Bu coşkuyu özellikle Anıtkabir’de görüyoruz. 23 Nisan’da, 19 Mayıs’ta, 30 Ağustos’ta, 29 Ekim’de halk Anıtkabir’e akıyor. Yaşlısı, genci, erkeği, kadını, çocuğu Atatürk’e koşuyor.
Halkın Anıtkabir’e koşmasında kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’e sevgi ve saygı göstermenin yanı sıra bir arayış, bir siyasi mesaj da var.
Halk, AK Parti iktidarı döneminde uzaklaştığı kuruluş değerlerini arıyor. Türkiye’nin karşılaştığı ağır iç ve dış sorunlar karşısında çözümü fabrika değerlerinde görüyor. Bu nedenle her yıl, her milli bayramda Atatürk’e daha büyük bir kalabalık ve coşkuyla koşuyor.
Atatürk’e bu yöneliş, başta iktidar partileri olmak üzere öncelikle bütün siyasi partiler tarafından üzerinde iyi düşünülmesi, iyi analiz edilmesi gereken siyasal bir olgudur.
LAİKLİKTEN VE BİLİMDEN UZAKLAŞMA
Türkiye’nin kuruluş değerlerinden giderek uzaklaştığı bir gerçektir.
Atatürk’ün, çağdaş uygarlığa ulaşmak üzere temellerini attığı cumhuriyet değerleri, siyasal İslam’ı benimsemiş iktidarların barışık olmadığı değerlerdir. Bu sadece Türkiye için değil, demokrasisi çok eksik veya hiç olmayan Ortadoğu ve Afrika ülkeleri için de geçerlidir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Atatürk devrimlerinin özünü laiklik devrimi oluşturur. Bu nedenle, laik değerleri değil, din ve dince kutsal sayılan değerleri, o değerlerin tarikat ve cemaatlerde kendilerine göre ortaya çıkan yorumlarını siyasetinin merkezine koyan akımların hedefinde öncelikle laiklik vardır.
Laiklik demokrasinin de bilimin de temelidir. Laik bir sistem olmadan demokratik bir sistemin işlemesi; laiklik olmadan bilimsel eğitimin ve bilimsel ilerlemenin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Nitekim bu nedenledir ki, merhum Bülent Ecevit, köşe yazımda yansıttığım bir söyleşimizde “laiklik Türkiye’nin Aşil topuğu’dur. Buradan vurulursa dağılır” diye uyarıda bulunmuştu.
Bugün eğitim sistemimize, müfredatımıza, orta öğretimin, yüksek öğretimin kalitesine baktığımızda, Türk eğitim sisteminin, laikliğe dayanmış bilimsel eğitim niteliğinden hızla uzaklaştığını görüyoruz.
Sadece eğitimin değil, laik bir anlayışla ve liyakatle yönetilmesi gereken birçok kurumun, dini değerlere göre kadrolaştığı, laik değer ve simgelerden hızla koptuğunu da görüyoruz. Kılık-kıyafetten atamalara, bürokratik işlemlere kadar tüm kamusal alana anti-laik değerlerin hızla yerleştiği gözle görülüyor.
En sıcak haber olarak “müjdelenen” yeni orta öğretim sisteminde din derslerinin zorunlu, felsefe, tarih ve bazı pozitif bilim alanlarının seçmeli ders olacağının açıklanması da bu uzaklaşmanın devam edeceğini gösteriyor.
DEMOKRATİK KURUMLARDAN UZAKLAŞMA
Atatürk’ün hedef gösterdiği laiklik üzerine kurulu demokratik kurum ve ilkelerden de uzaklaşma sürüyor. Demokrasinin olmazsa olmaz temeli olan güçler ayrılığı ilkesi bugün fiilen rafa kalkmış durumda. Yasama erki de yargı erki de büyük ölçüde yürütme erkinin kontrol ve yönlendirilmesi altında.
Cumhurbaşkanlığı-hükümet sistemi yasama ve yargıyı etkisizleştirip, yürütmeyi aşırı güçlendirdi. Bu saptamaya; ifade, basın, örgütlenme, gösteri ve yürüyüş özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar, gazetecilik dahil bu yöndeki faaliyetlerin kolayca hapisle cezalandırılmasının da eklenmesi gerekiyor. Bu durum, Türkiye’nin demokratik işleyiş ve görümünü tahrip ediyor.
EKONOMİK BAĞIMSIZLIKTAN UZAKLAŞMA
Atatürk, ekonomik bağımsızlık olmadan siyasal bağımsızlığın olmayacağını çok iyi bilen bir lider olarak, kuruluşu bile beklemeden, henüz kurtuluş yıllarında İzmir Kongresi’ni, eğitim şur’asını toplamıştı.
Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz da, ekonomik bağımsızlığı sağlayacak yatırımlara girişti. Uçak fabrikalarından Sümerbank’a, Etibank’tan şeker fabrikalarına, enerji santrallerinden demir-çelik sanayine, ekonomik bağımsızlığı sağlayacak 48 fabrika kurup hayata geçirdi. Bununla da kalmadı Osmanlı’dan kalan borçları son kuruşuna kadar ödedi.
Bugün ise ekonominin altyapısını oluşturan bu kuruluşlardan hiçbiri yok. Hepsi satıldı. Kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olan Türkiye, buğdayı, samanı, canlı hayvanı ithal eder hale geldi. İhracatımız ithalatımızı hiçbir zaman karşılamadı. Sanayi üretimimiz ara malı olarak hep ithalata bağımlı oldu.
Türkiye sık sık IMF’ye muhtaç duruma düşürüldü.
Bugün de ağır bir ekonomik krizin pençesinde kıvranıyor.
İÇ VE DIŞ GÜVENLİKTEN UZAKLAŞMA
Türkiye, 35 yıldır terörle mücadele eden bir ülke olarak iç güvenlik için büyük çaba ve kaynak harcamasına karşın, bu yetmiyormuş gibi, bir de son yıllarda kutuplaşma-ötekileştirme siyasetinin sonucu olarak kamplara ayrıldı. Bu durum, iç güvenliği ve yaşama barışını tehdit eder bir hal aldı.
Türkiye, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin iki kanadından da uzaklaşıyor. Başta PKK, FETÖ gibi terör örgütlerinin tehdit ettiği iç barış, siyasetin kavgası ve kutuplaştırıcı dili nedeniyle daha büyük risklere itiliyor.
Dış politikada ise bölgemizde 22 devletin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen ABD’nin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) menziline girmiş durumda.
MANZARA-İ UMUMİYE
Mustafa Kemal’ın tabiriyle Türkiye’nin manzara-i umumiyesi (genel durumu) böyle…
Böyle olduğu için halk Atatürk’e, Anıtkabir’e koşuyor.
Bu sorunlardan kurtuluşu, kuruluş değerleri ve ilkelerinde görünüyor.
Türkiye’nin bu sorunlardan çıkışını, çağdaş uygarlığa ulaşmasını ancak Atatürk’ün gösterdiği yolda görüyor.
Türkiye’nin kurtuluşu ve geleceği kuruluşundadır.
Bu sadece Türkiye için değil, emperyalizmin pençesinde yıllardır kıvranan, kan gölüne dönmüş Ortadoğu ve Afrika halkları için de tek çıkış yoludur.