Kalktım, Banker Kastelli (Abidin Cevher Özden) ile ilgili üç günlük bir yazı dizisi yaptım Dünya gazetesinde. 1982’ydi galiba. Turgut Özal politikalarının bir sonucu olarak pıtrak gibi türeyen bankerlerden en ünlüsüydü Kastelli. Halktan 3,2 milyar dolar para toplamıştı, denir o zamanlar. Müşterilerine kısa sayılmayacak bir süre, kâr payı olarak düzenli ödemeler yapmış, ancak bir anda batarak memleketi terk etmek zorunda kalmıştı. Tunus’ta yakalanıp ülkeye getirilmiş, bir süre hapis yattıktan sonra yeniden bankerliğe soyunmuştu. Halktan ikinci kez para toplayacak kadar güven uyandırmasına hala şaşırdığım Kastelli, 2008 yılında, intihar ederek yaşamına son vermişti. Trajik bir hikayedir.
Yazdım, kovdular
Yükseliş, batış öyküsünü anlatmıştım dizide. Kastelli ya yurtdışında ya da hapisteydi. Ben nereden bileyim Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak ile Dünya gazetesinin sahibi Nezih Demirkent’in, özel televizyon yasası çıktığında bir televizyon kurmak için Banker Kastelli ile ortak olduklarını. (Öyle derlerdi. Daha o zamanlarda konuşuluyordu özel televizyon yasası). Beni kovdular tabii gazeteden. Ulusal Basın Ajansı'ndan (UBA) transfer edilerek alındığım gazetede ömrüm bir kaç ay sürmüştü yani. Oysa kovulmama yol açan diziye yazı işleri de onay vermişti. Sonradan ne olduysa artık yönetim katında kızgınlığa yol açmış demek ki. (Yeri geldi belirteyim, kovulmamdan Nezih beyin haberi yoktu. İyi bir insandı Nezih bey, bir gün onunla da maceramı anlatırım). Dönem cunta dönemi. Askerler işten çıkarılmaları da yasakladığı için istesem ayrılmaz, maaşımı alamaya devam ederdim. Serde gençlik var, “başlarım işinize” deyip çıkıvermiştim gazeteden.
İyi de, gazetecilik meslek değil ki benim için, bir yaşam biçimi. İnsanları “gazeteci olanlar ile olmayanlar” diye ikiye ayıracak kadar mesleği önemsemiş biri olarak kenara itilivermek çok dokunmuştu bana. Soluksuz kaldım bir anda. Fakültede öğrenciyim, ama “hayatım” Babıâli. Şimdiki gibi değil, mesleği “icra edeceğin” yegane yer gazeteler ya da ajanslar. Sevdiğim insanlar bana iş bulmak için çırpındılar, en çok uğraşan canım Melih (Aşık) ağabeyimdi. Sonra nasıl oldu, kim yolladı bilmiyorum, Milliyet’te çalışan dünyanın en tatlı insanlarından Mehmet Sağnak Hacışabanoğlu’na gittim. İlgilendi, hem de çok. O zaman Milliyet’te Genel Koordinatör olan Altan (Öymen) ağabeyle görüştürdü beni. Altan ağabey, neden Dünya’dan ayrıldığımı sorunca “ayrılmadım, kovdular” dedim. Zaten asık suratlı biri değildir, güldü nedense ben böyle cevap verince. “Tamam, gel yarın başla. Ahmet beyin servisinde çalışacaksın” dedi. “Ahmet bey”, yazınımızın, şiirimizin devi Ahmet Oktay’mış meğer. Servisi de Haber Merkezi. Çok sevindim, hem de ne sevinme.
Sevincim yarım kaldı
Zor ettiğim sabah, mesai saatinden önce işlemlerim için muhasebeye gidip bekledim. Kimse için bunu söylemek hoşuma gitmez ama, son derece sevimsiz bir muhasebe sorumlusu vardı gazetenin. İstenen belgeleri verdim, ne sorduysa yanıtladım, birden “sen öğrencisin değil mi?” deyince “evet” dedim, haliyle. “Olmaz. Askerliğini yapmayanları işe almıyoruz” deyiverdi. “Nasıl olur, Altan ağabey” falan dememden etkilenmedi bile. “Gazetenin politikası bu, sana söylemeleri lazımdı” diye de ekledi. Bunu yapması elbette sevimsizliğinden değildi, böyle bir kural varmış gerçekten. Hemen Sağnak ağabeye koştum. Yıllar geçti tabii, ama şaşırdığını, üzüldüğünü, işe girmem için çaba gösterdiğini hatırlıyorum. Altan ağabeye de Sağnak ağabeyi çiğnemek olur diye düşündüğümden gidip anlatmadım da durumu. Sonuçta işe giremeyeceğim anlaşıldı. Gerçekten yıkılmıştım. Korkunç bir yıkım.
Laf dokundurayım istemiştim
İki gün sonraydı herhalde Sağnak ağabeyi arayıp beni “Tarhan Erdem’le görüştürüp görüştüremeyeceğini sordum”. Herhangi bir saygısızlık yapmayacağıma yemin billah edip, sözler verip ant içtiğim için “peki” dedi. Onu zor duruma sokacak bir şey yapmayacağımı da bilirdi sanırım. O kadar iyi bir insandı ki Sağnak ağabey ne konuşacağımı bile sormadı. Ertesi gün için randevu alındı. Tarhan beyi görecektim.
Tarhan Erdem, önemli bir politikacıydı. CHP’li. Ağabeyi de Özal’ın önemli adamlarından, Maliye Bakanı Kaya Erdem’di. Politika dıiında kaldığı dönemde geldiği Milliyet’te tam olarak ne yapıyordu bilmem ama tüm kararları o alıyordu gazetede. 12 Eylül’den önce, Meclis’te askerlikle ilgili bir tasarı mı hazırlamıştı, yoksa sadece askerlik süresinin uzunluğundan mı söz etmişti anımsamıyorum ama “askerlik süesinin uzunluğu yüzünden gençlerin yaşam kurmaları zor oluyor” benzeri bir konuşmasını ya da demecini anımsıyorum.
Randevu saati geldi, çok ama çok görkemli odasından içeri girdim. Eminim kötü insan değildi ama çok asık bir suratla “nedir mesele?” diye sordu. Askerlik yapmadığım için gazeteye alınmadığımı söyledim. Gazetenin işi yarıda bırakıp askere gidecek kişilere yatırım yapmadığını belirterek, yapılacak bir şey olmadığını söyledi. Çıkıp gitmem gereken bir andı. “'Beni işe alın demeye gelmedim zaten' dedim.” “Neden geldin” der gibi baktı. “Bu ülkede askerliğin genç insanların hayat kurmalarını zorlaştırdığını söyleyecek cesarette biri olarak aynı cesareti neden meclis dışındayken göstermiyor, üstelik müdahele gücünüz varken, örneğin şimdi, onu, en azından benim için bir engel olmaktan çıkarmıyorsunuz?” dedim. Gerçekten nazik insandı. Kısa bir sessizliğin ardından, son derece kibarca “çık dışarı evladım” dedi.
Gel başla dediler
Çıktım. Tamam, yine işsizdim ama şimdiki gençlerin deyimiyle “laf sokmuştum ya”, rahatlamıştım. Sağnak ağabeye de görünmeden ayrıldım binadan. Babıâli yokuşundan aşağı indim, Sarayburnu’ndan Samatya’ya yürüdüm. Canım sıkkın, gazetecilik yapmadan nasıl yaşanır? Akşama kadar tur attım sahilde.
Hava kararmak üzere. Yavaş yavaş eve yaklaşırken, hep yürüyerek geleceğimi bildiği için yıllarca pencereden gelişimi izleyen annemi gördüm yine uzaktan, ama bir tuhaflık vardı. Yaklaştıkça “çabuk gel” der gibi el işareti yapıp duruyordu. Zaten eve geliyorum, gel demenin ne anlamı vardı ki?
Varmış. “Milliyet’ten aradılar, yarın gelmeni bekliyorlarmış” dedi annem. “Eyvah” dedim, “Sağnak ağabeyi üzecek bir şey mi yaptım acaba, o çağırıyor mutlaka” diye geçti aklımdan. Korkumdan telefon da edemedim. Sabahı zor ettim yine. Doğrudan Sağnak ağabeyin yanına gittim. “Ne dedin sen Tarhan beye?” dedi. “Valla kötü bir şey söylemedim ağabey” dedim, lafımı kesti,”ne dedin bilmem ama git muhasebeye işe başlıyorsun” dedi Sağnak ağabey. Nasıl, neden diyemedim tabii.
İşlemlerim yapıldı, işe alındım. Milliyet beni gazete kadrosuna değil, o zamanlar var olan Milliyet Haber Ajansı’nın (MİLHA) kadrosuna aldı. Böylelikle hem politikasını çiğnememiş, hem de beni mağdur etmemişti.
Yaptığım, sanırım saygısızlık değildi. Çaresizlik, üzüntü beni Tarhan beye bir anımsatma yapmaya mecbur etmişti. Bakın; Tarhan bey neden hep saygı duyulan insan oldu diye sorulursa, herhalde bu tutumundandır, derim. Kendisinden oldukça küçük birinin yakınmasını, sitemini ciddiye alacak kadar “prensip sahibi” biri oluşundandır. Ben odasından çıktıktan sonra boşvermeyip soruna bu tür bir çözüm bulduğuna eminim. Böyle iyi insan olunuyor demek ki.
Milliyet’te çalıştığım süre boyunca karşılaştığımızda bana pek de sevgiyle baktığını söyleyemem tabii. Kızdırmışım belli ki. Oysa, ona bu hatırlatmayı yapmama onun prensipleri yol açmıştı. Prensip sahibi olduğunun en iyi kanıtı da bana kayıtsız kalmayışındandır. Bugünün sadece yakınlarını koruyup kollayan politikacılarından ne kadar farklı biriymiş Tarhan bey.
İyi insandı.
Nurlar içinde yatsın.