Bir zamanlar “Babam öyle diyo” diye bir reklam vardı. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin geçen hafta sonu ekonomistlerle yaptığı toplantıda söylediklerini okuyunca aklıma bu söz geldi. Şirketler 10 milyar dolar satacak, döviz böyle düşecekmiş. Bakan Bey öyle diyor.
Türkiye’nin 270 milyar dolarlık ithalatının yüzde 75’i ara mallarından oluşuyor. Yani yurtdışından (En çok da Çin’den) ithal ediyor, işliyor, ihraç ediyoruz. Çin’den incik boncuk ya da Türk Lirası’yla değil dolarla ithalat yapıyoruz. Şirketlerin dövize bu nedenle ihtiyacı var. Sadece bunun için değil, döviz borçlarını ödemek için de dolar almak zorundalar. Böyleyken neden döviz satsınlar? Yarın daha pahalıdan almak için mi?
Ha ama devletle işleri varsa ya da maliyecilerin başlarına üşüşmesinden korkuyorlarsa elbette bir miktar döviz satarlar. İktidarın beğenmediği şirketlerin başına neler geldiğini herkes iyi biliyor çünkü. Aydın Doğan’a kesilen 1 milyar dolarlık vergi cezası sonrası Hürriyet, Kanal D ve CNN Turk’ün nasıl apar topar nasıl satıldığı herkesin hatırında.
10 milyar dolar olmasa da şirketlerden belki bir 3-4 milyar dolar çıkar. Ama ödeme dönemleri gelince tekrar dolar talep etmek zorunda kalırlar. Bu da kura yine baskı yapar. Bugün 20 kuruş düşen dolar yarın 50 kuruş artar.
İktidar ekonominin doğru işlemesi için doğru adımları atmak yerine çareyi şirket bilançolarını yönetmekte arıyor. Diğer alanlarda otoriter politikalar izleyen bir rejimin ekonomide demokratik olması beklenemez. Üniversitelerde, iş dünyası kuruluşlarında, THY’nin, Turkcell’in başında kendisine yakın olmayanların yöneticilik yapmasına izin vermeyen, Boğaziçi Üniversitesi’nin dekanlarını bile bir gecede görevden alan bir iktidar, şirketlerin ne zaman döviz alacağına, ne zaman döviz satacağına da karışır. On milyar dolar satılacak, sat!
Merkez Bankası’na müdahalelerin arkasında da aynı zihin dünyası var. Diğer alanlarda otoriter olan bir yönetim, para politikasının bağımsız bir şekilde yönetilmesine elbette izin vermez. Başkanlık sistemine geçtikten sonra Merkez Bankası’nda dört kez başkan değişmesi bir rastlantı değil, iktidarın zihin dünyasının doğası gereğiydi.
Sadece Merkez Bankası mı? Başkanlık sistemiyle birlikte özel bankaların kararlarına da karışılmaya başlandığı bir sır değil. Ankara’dan açılan telefonlarla ne kadar kredi verecekleri, hangi faizden verecekleri dikte ettirildi. Olmadı, “Aktif rasyosu” diye bir şey icat edildi, iktidarın istediği kadar kredi vermeyen bankalara ceza kesildi. Sonra olumsuz etkileri görülünce aktif rasyosu kaldırıldı ama banka yönetimlerine açılan telefonların ardı arkası kesilmedi. 20 Aralık gecesi ve ertesi özel banka yöneticilerinin medyaya çıkıp vatandaşların kur korumalı TL mevduata akın ettiğini öne sürmelerinin arkasında ne vardı acaba?
İslamcıların belagatı ve içi boş iddiaları, gerçek bir krizle ilk test edildiğinde çöktü. Geriye kavram çöplüğü kaldı: Heterodoks politikalar, kalkınmacı merkez bankacılığı, Çin modeli, yeni Türkiye modeli...
Hepimiz biliyoruz ki, aslında ortada bir model filan yok. Model olsa ona uygun yasal ve kurumsal çerçeve oluşurdu, var mı böyle bir şey?
Model yokluğunda geriye içi boş sloganlar ve otoriterlikten başka bir şey kalmıyor. Ekonomide de.