Geçen haftaki yazım, beklediğimin/umduğumun üzerinde bir ilgiyle karşılandı. Belli ki çok geniş bir kesim benimle aynı görüşteydi. “Erdoğan’ın laikliğin mezarını kazdığını ve Din Şurası’nda söylediklerinin neredeyse ŞERİAT İLANI olduğunu” fark etmişti. Bu nedenle çok geç kalmadan bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyordu.
Meslektaşlarım, yazarlar, akademisyenler, hukukçular, okuyucular... Görüş ve hassasiyetlerini kâh doğrudan benimle paylaştı,kâh çeşitli platformlarda yazıya/Erdoğan’ın Din Şurası’ndaki konuşmasına gönderme yaparak tepkisini dile getirdi.
Siyasetçiler hariç!
Siyasetçiler sustu.
Yazıyı boş verin. Kendimi o kadar da önemsemem. Zaten önemli olan, Erdoğan’ın Din Şurası’ndaki sözleriydi. Ve siyasetçiler, muhalefet yetkilileri, bu konuda iki çift laf etmedi siyasetçiler. Boynunu bıçağa uzatmış kuzular gibi sustu.
Oysa Erdoğan apaçık söylemişti hedefini:
“Bir Müslüman dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir. Bunun için İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.”
Dedim ya, Erdoğan takiyye falan yapmadan son derece net konuşmuştu. Yani, “Yok canım öyle demek istemedi” denecek, orasından burasından çekiştirilip yorumlanacak bir durum yoktu ortada. Ortaya koyduğu ‘manifesto’ hem çok açık hem de alarm zilleri çaldıracak kadar önemliydi.
Buna rağmen görülmedi. Konuşulmadı. Tartışılmadı.
“Acaba” dedim, Erdoğan’ın alıntıladığım sözlerinin bir sonraki cümlesine mi güvendiler?
Ne diyordu orada Erdoğan?
“Elbette bu süreçte aşırılığa kaçmayacağız.”
Ne güzel! Aşırılığa kaçmayacaklarmış. Yani bugünden yarına, kadınlara çarşaf zorunluluğu, yarım miras... Erkeklere namaz zorunluluğu, belki kravat yasağı falan dayatılmayacakmış. Her şey aşırılığa kaçmadan... Yavaş yavaş… Sindire sindire olacakmış. Yani, canım, acelemiz yokmuş!
***
Oysa... Diyanet’in Din Şurası’ndan birkaç gün sonra ortaya çıktı.
Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı el ele vermiş ve ‘anaokulunda din eğitim sınıfı’ uygulamasına geçilmiş.
Not düşmeden olmaz! Bu vahim anlaşmaya, atandığı zaman ‘seküler eğitimi savunan Bakan’ diye alkışlanan Ziya Selçuk da imzasını atmış.
Diyanet’e gelince... Söylemeye bile gerek yok. ‘Müslüman Kardeşler’ ideolojisinin Türkiye versiyonunu hayata geçirmek üzere görevlendirildiği hepimizin malumu.
Diyanet, 4 yaşına tekabül eden bir çağdan başlayarak yeni bir ‘nesil’ yaratma misyonu ile donatıldı. Kadrolaştırıldı. Para muslukları açıldı. Hedefe doğru yola çıkıldı.
Diyanet’in eksik bıraktığını, başta ENSAR olmak üzere vakıflar... Onların yapamadığını da iktidarın hem teşvik hem de kontrol ettiği tarikatlar üstlendi.
Bakmayın, tasavvuf-inanç özgürlüğü diye tarikatları savunan liberal miberal yazarlara.
Aşiretlerle hemhal olmuş tarikatlar, iktidarın ‘kullarını’, yani oy deposunu yaratıyor.
Ve bütün bunlar gözümüzün önünde cereyan ediyor. Saklanmadan, saklanmaya tenezzül edilmeden.
Zira...
Muhalefet görmüyor. Görmek istemiyor.
Akıllarındaki soruları ve kaygıları biliyoruz elbette:
“Din düşmanı yaftası yemek, topluma ters düşmek..”
İyi de, hanımefendiler beyefendiler... Ters düşüp seçmen/oy kaybetmek korkusuyla ülkeyi kaybediyorsunuz. Geleceğimizi kaybediyorsunuz.
Erdoğan ve ‘kulları’ ne yaptıklarını, neden yaptıklarını çok iyi biliyor.
Ya siz!
Ne yapıyorsunuz? Ya da neden bir şey yapmıyorsunuz?
Laikliğin mezarı kazıldıktan... Türkiye, NEO-OSMANLI olmadı NEO-ŞERİAT verelim paradigmasına sürüklendikten sonra...
Partiniz olsa ne olur olmasa ne olur...
***
Korkmayın! Müslümanlığı asla sorgulanamayacak İhsan Eliaçık kadar,İlahiyatçı Cemil Kılıç kadar cesur olun...
“Cumhuriyet’i, demokrasiyi, ülkeyi kaybetmektense koltuklarımızı kaybetmeyi tercih ederiz” sloganıyla yola çıkın. Konuşun. Sesinizi duyalım!