Aslında hiç uzatmak hevesim olmamıştı, ta ki sevdiğim birinin, zaman bulup kestiremediğim saçlarımı gördüğünde "çok yakışmış abi" dediği ana kadar. Kesmedim, birkaç kişi de benzer laflar edince, kalsın bari diyerek. Sosyal medyadan bir dostun "asıl tarzınız buymuş" demesi üzerine iyice gaza gelip ciddi ciddi bana yakıştığını da düşündüm uzun saçın.
Hepsine inandım
Sonuçta nasılsa herkes beğeniyor diye arkadan uzamış ama tepede iyice eksilmiş uzun saçla dolaştım bir hayli. Tabii, lafını esirgemeyen dostları olunca insanın o, "yakışmış abi"lerin, o "tarzınız buymuş"ların yerini "bu ne hal oğlum"lar almaya başladı. İri bedenli oluşumdan, kafamın büyüklüğünden söz edip, uzamış saçın beni daha berbat gösterdiğini söylediler. Bu sefer onlara inandım, kesmeye karar verdim. Ne olduysa zaman bulup berbere gidemedim bir türlü.
Şimdi Londra’ya iki, tatil kenti Brighton’a en fazla yarım saat uzaklıktaki Lewes’deyim. Tam on iki yıl sonra yeniden gelebildim. İngiltere’de yaşadığım yıllarda neredeyse her noelde geldiğim bir yerdir burası. Son derece tarihi küçük bir kent. Büyük aydınlanmacı Thomas Pain’in de buralarda dolaşmışlığı vardır. Kentte adını taşıyan sahaf dükkanını da çok severim haliyle.
Yan yatmış bir otel
Her geldiğimde kaldığım White Hart Otel’deyim. Otel yaklaşık 300 yıllık bir yapı. Yeni bir ek bina daha yaptılar ama ben hep zamanla hafifçe yan yatmış tarihi ana binadaki odalarda kalmayı tercih ediyorum. Otelin bir özelliği de ilk Sovyet-Amerikan görüşmelerine ev sahipliği yapması. Merdivenleri gıcırdayan, camları rüzgar sızdıran bir yer aslında. Nedendir bilemem, sürekli bir odun ateşi kokusu alırım bu otelde. Hep vardır bu koku. Severim işin garibi.
İki gün kalıp sonra Londra’ya döneceğim, yıllar önce bana "seni çok özleyeceğim" diyen, "neden?" diye sorduğumda da, yanıtı "çünkü bana artık ihtiyacın kalmayacak" olan muzip berberime gideceğim. Kalmayacağını sandığı saçlarımı ona göstermenin de keyfi var elbette. Bir an önce saçlarımı kestirmem lazım. Çünkü arkadaşların lafları fena dokundu.
Öğleye doğru geldiğim Lewes’da dolaşmamak olmaz. Otele küçük bavulumu bırakır bırakmaz çıktım sokağa. İlk uğrak yerim Pain’in adını taşıyan sahaftı tabii. Güzel iki kitap aldım oradan. Bir kafeye dalıp çok ama çok özlediğim ünlü İngiliz cream&tea’sini de tattım. Ardından Kral Sekizinci Henry’nin sanırım dördüncü eşi olan Anne of Cleeves’in her gittiğimde hayran kaldığım müze evine gittim. Gerçekten Anne’in yaşadığı dönemde hissederim kendimi her gidişimde.
Karşıma çıkan o levha
Küçük bir nehrin kenarına kadar giden kasabanın sınırına gidip, bir tur atıp döneceğim. Yarın ne tür etkinlikler var çevrede otelde öğrenirim nasılsa. Geri dönüş yolunda küçük bir ara sokağın başında çarpmaz mı gözüme koskoca Turkish Barber levhası? Tamam, her gelişimde sayıları çok olmasa da Türk lokantalarına, kebapçılarına rastlarım ama bir Türk berberle ilk kez karşılaşıyorum Lewes gibi bir yerde. Burası çok küçük bir kent. O nedenle bizimkilerin pek de ilgilerini çekecek bir yer değil normalde.
Girdim haliyle, içeride İngiliz müşteriler var ama çalışanların birbirleriyle muhabbeti Türkçe. İngilize benzediğimden değil, İtalyan ya da Pakistanlı da olabileceğimden herhalde çalışanların İngilizce başlattıkları sohbeti Türkçeyle sürdürdük. Gaziantepli Mehmet ile yakınları işletiyor burayı. Şu nedenle ilginç; Türkçe konuşan yurttaşlarımızın çoğu yemek sektöründe malum. Türklerin yoğun yaşadığı yerlerde Türk/Kürt berberler var elbette ama bizim "community" dışına berberlik hizmeti veren az. Mehmet ile yakınlarının adıyla sanıyla Türk berber dükkanı işletmeleri o nedenle ilgimi çekti.
Şefkat dolu bir meslekti
Gerçekten severim berber dükkanlarını. Eğer eski usul çalışmaya devam etselerdi, herhalde dünyanın en şefkatli mesleğini yapıyor olurdu berberler. Reşat Ekrem Koç'u anlatır bizim eski berberler. Müşterinin başını dizine yatırır, saç sakal traşını öyle yaparlarmış. Başınızı dizine koyduğunuz kaç meslek erbabı var böyle günümüzde? Sadece bizde değil Avrupa’da da böyleymiş. İşletmenin çalışanlarından Ali’nin başımı bir dizlerine yatırmadığı kaldı doğrusu. Ali özene bezene, o asla atlanamaz “aslen nerelisin” sorusu da dahil olmak üzere soruları eşliğinde artık ne kadar kaldıysa kesti saçlarımı bir güzel. Lewes’de değil, küçük bir Anadolu kentinde, dışarısı buz gibiyken üstelik, sıcak havluların yüzüme bastırıldığı bir berber dükkanındaydım adeta. Bir iyi geldi sormayın.
Emek de dolaşımda
Sadece sermayenin değil, emeğin de uluslararasılaştığına tanık oluyoruz. Bir farkla; emek asıl yurdunda barınamıyor artık. Köyünde, kazasında yaptığı işi sınırları aşıp küçücük bir İngiliz kentinde sürdüren birer emekçi Ahmet ile Ali. Geldikleri Gaziantep’te öğrendikleri zanaatlarıyla, kimsenin emrine girmeden bağımsız çalışabiliyorlar. Emekleri sağlıyor bunu onlara.
Sermayenin dolaşımından bir fayda görmüş değilim ama Ahmet’in gelip beni Lewes’de bulan emeği sayesinde “berbat görünmeme” yol açan uzun saçlarımdan kurtulmuş oldum. Önem verdiğimden değilse de İngiltere’de saçlarıma “yerli/milli” bir dokunuş tattırdım işte.
Çok sayıda Türkiyeli doktor da var İngiltere’de, hemşire de. Son yıllarda çok arttı sayıları. Yakında Lewes’e de gelebilirler, berber Ahmet’in geldiği gibi.
Afrika atasözüdür; "Eğer bir ormanda zebra, aslan, tavşan, kaplan aynı yöne kaçıyorsa o ormanda yangın çıkmıştır" denir.
Berberiyle doktorunun aynı anda terk ettiği bir yangın yeri oldu ülkemiz.
Lewes’de anladığım buydu.