22 yıllık AKP iktidarının ülkemizde yarattığı yıkımın en somut verilerle görüleceği alan ekonomi. Türkiye’nin kişi başına düşen milli geliri neredeyse on senedir istikrarlı biçimde azalıyor, enflasyonda dünya rekorları kırılıyor, işsizlik tavan yapıyor, ülkede zengin ve fakir arasındaki makas açıldıkça açılıyor, asgari ücret açlık sınırı düzeyindeyken ücretli çalışanların yarısından fazlası asgari ücrete mecbur bırakılıyor.
Bu tabloyu AKP’nin iş bilmezliği olarak okumak hata olur. Aksine, AKP’nin yaratmak istediği Türkiye tam da bu. Milyonların fakirliği pahasına bir avuç yandaş sermayedarın ve siyasetçinin abat edilmesi AKP’nin bilinçli bir tercihi. İktidar, insanları açlığa mahkûm ediyor, sonra da onlara sosyal yardım adı altında sadaka dağıtarak onları “oy deposu” gibi kullanıyor. Yani “öldürmüyor ama süründürüyor” ve bunun üzerinden siyasi rant sağlıyor.
Ekonomik yıkımın etkilerini en net haliyle büyükşehirlerde görmek mümkün. Özellikle İstanbul, dar gelirlilerin insanca yaşam koşullarını karşılayamadığı bir yer haline geldi. Sosyolojide “kent yoksulları” olarak tanımlanan bu kitle, yaşamını insan onuruna uygun biçimde sürdürebilmek için devlet kurumlarının desteğine ihtiyaç duyuyor. İktidarın, AKP üyeliği ve oy karşılığı verdiği sadaka paketleri gayet tabii ki onların sorununu çözmüyor. Yapısal sorunlara yapısal çözümler gerekiyor.
Ekrem İmamoğlu başkanlığında İBB, bu soruna yönelik olarak beş senede önemli işler yaptı. Fakir mahallelerde çocuklara süt dağıtımı ve yenidoğan desteğinin yanı sıra, anne kart uygulaması, hizmete sokulan çok sayıda kreş, üniversite öğrencilerine verilen burslar ve açılan yeni yurtlar, bölgesel istihdam ofisleri, yaşam merkezleri ve şehrin dört bir yanına kurulan kent lokantaları yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliğiyle belediye düzeyinde nasıl mücadele edilebileceğini gösterdi.
Muhalefetin ortak adayı olarak 31 Mart 2019’u burun farkıyla kazanan İmamoğlu’nun, şu an arkasında ittifak olmamasına rağmen seçimde açık ara favori konumda bulunması, şehrin ulaşım altyapısına yaptığı yatırımlar ya da düzenlediği kültürel faaliyetler kadar yoksullara yönelik bu hizmetlerden de kaynaklanıyor.
Bazıları, bu hizmetlere ekonominin teorik boyutundan yola çıkarak kimi eleştiriler getiriyor, örneğin “Belediye neden lokanta kurar?” gibi sorular soruyor. Bu itirazların kitabî yönden ne derece hakkaniyetli olduğu zaten ayrı bir tartışma konusu. Fakat peşinen şunu kabul etmeliyiz ki, ülke ekonomisinin mevcut durumunda ideali konuşmaktan çok uzağız. Türkiye artık açıkça fakir bir ülke ve merkezî idare, ekonomide kazanan ve kaybedenleri bizzat kendisi belirliyor; zenginleri kayırırken milyonları yoksulluğa sürüklemeyi tercih ediyor.
Böyle bir düzende belediye lokanta da açar, yoksullukla savaşmak adına olası diğer tedbirleri de alır, almalıdır. Bu ucuz bir popülizm gösterisi değil, tam anlamıyla bir mecburiyettir, onun üstüne düşen vazifedir.
Peki fakirlikle mücadele için bu yapılanlar yeterli mi? Şüphesiz ki hayır. İBB kendi görev alanı ve yasanın kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde, hatta bunları biraz da zorlayarak bu kadarını yapabiliyor. Baştaki sorun çözülmedikçe, yani AKP iktidarı yönetimde kalmaya devam ettikçe bu soruna etkili bir çözüm bulunması zaten mümkün de değil. Ama bu hizmetler halkın biraz olsun nefes alabilmesi için yine de çok kıymetli.
İBB’nin bu icraatları, sosyal demokrasinin nasıl uygulanacağının belediye düzeyindeki bir örneğidir ve CHP’li diğer belediyeler için de model teşkil etmektedir. Hatta CHP, İBB’nin bu sosyal belediyecilik hamlelerini genel ulusal kampanyası için de kullanmayı düşünmeli ve “Sosyal demokrasi sayesinde nelerin yapılabileceğini yerel düzeyde gösterdik, şimdi sıra genelde!” diyebilmelidir.