Bu depremde bu kadar yapının yıkılmasının ve on binlerce vatandaşımızın enkaz altında can vermesinin nedeni hırsızlık ve rüşvet düzenidir. Bu düzen değişmeden enkaz altında can vermekten kurtulamayız.
İnşaat sektörüne hakim olan hırsızlık ve rüşvet düzeni nasıl çalışıyor?
Önce havaalanı, otoyol, köprü gibi büyük ihalelerden başlayalım. Dolap ihale masasında dönmeye başlıyor. İhale Kanunu’na göre devletin inşaat işlerinin her firmaya açık şekilde açık eksiltme yöntemiyle ihale edilmesi gerekir. Çünkü inşaat işleri çok özel teknoloji ve bilgi birikimi gerektiren, Türkiye’de sadece 3-5 firmanın yaptığı işler değildir. Bu nedenle işi yapmaya talip olan her firmaya açık şekilde ihale yapılması gerekir.
Ancak iktidar böyle yapmıyor.
İnşaat işleri çok özel işlermiş gibi kendine yakın 4-5 firmayı davet usulüyle ihaleye çağırıyor. Davet ittiği firmaları yine yasaya aykırı olarak kendi aralarında uzlaştırıyor. Diyor ki; "Bu ihaleyi (A) firmasına vereceğiz. Diğer dört firma (A) firmasının vereceği teklife baksın ve ondan daha kötü teklif versin ki ihale bu firmada kalsın. Bir sonraki ihaleyi de aynı yöntemle (B) firmasına vereceğiz, sonrakini (C)’ye, sonrakini (D)’ye, sonrakini de (E) firmasına."
Beş firma da sonuçtan memnun kalıyor. Alan memnun, veren memnun. Peki devasa ihalelerin seçilmiş 4-5 firmaya dağıtılmasının bir karşılığı yok mu?
Olmadığını düşünmek için saf olmak gerekir!
Daha orta ölçekli, daha küçük ihalelerin dağıtılma yöntemi de farklı değil. Özellikle Anadolu’da yapılan inşaatlar da benzer yöntemle dağıtılıyor. İhaleyi alan müteahhit genellikle iktidar partisinden oluyor. Ya belediye meclisi üyesi, ya milletvekili adayı gibi. Böyle bir sıfat taşıyorsanız ihaleyi daha kolay alıyorsunuz.
Peki bu ihalelerde müteahhit kârını nasıl büyütüyor?
Milyarları nasıl kazanıyor?
Bugün altında on binlerce canı yitirdiğimiz depreme dayanıksız, çürük binalar yaparak kârını büyütüyor.
Bunu nasıl yapıyor?
Malzemeden çalarak.
Hırsızlık binanın temelinde başlıyor. 10 metre derinlikte olması gereken temeli 5 veya 7 metre kazıyor. Çıkan 20 ton toprağı kayıtlara 40 ton olarak geçiriyor. Hafriyatı belediyenin gösterdiği 40 kilometre uzaktaki yere dökeceği yerde, daha kısa mesafelerde dere yanlarına, göl kenarlarına döküyor. Böylece topraktan çalmaya başlıyor. İnşaat ilerledikçe kullanması gereken kalınlıkta demir yerine daha ince demir kullanıyor. Örneğin 12’lik demir yerine 10’luk, 8’lik gibi daha ince ve ucuz demirler... Sütunlara sıkı bağlaması gereken demir kelepçeleri seyrek bağlatıyor. Kalın demir malzeme kullanılması gerekirken kolon düşey demirleri ince kullanıldığı için bina depreme dayanıksız hale geliyor. Kumdan çalıyor. İnşaat için hazırlanmış kum yerine denizden çektiği tuzlu, çakıllı kumu kullanıyor. Tuz betonu çürütüyor. Çakıllar betonu gevşetiyor. Yeteri kadar çimento kullanmıyor. Bu nedenle beton elde ufalanacak kadar zayıf oluyor.
Ücretleri yüksek olduğu için vasıflı işçi kullanmıyor. Daha düşük ücretle, vasıfsız işçilerle inşaat yapıyor. İşçilikten de çalıyor. Böylece ortaya inşaat ruhsatı, iskan izni verilmemesi gereken, deprem yönetmeliğine aykırı, çürük binalar çıkıyor. Müteahhit bu binaları "depreme dayanıklı" diye pazarlıyor ve fahiş kârlar elde ediyor. Tabii bu hırsızlığı kapatmayı da ihmal etmiyor. Binayı denetleyenleri ya rüşvet yoluyla ikna ediyor ya da nüfuzunu kullanarak denetim elemanını değiştiriyor.
Rüşvetle hırsızlık kapatılıyor.
Bu binaların sayısı artınca ve seçim yaklaşınca devreye iktidar giriyor. İmar affı ilân edip çürük binalarda oturan vatandaşın hem oyunu hem de parasını alıyor. Böylece bu vatandaşlarımızı depreme, depremde enkaz altında can vermeye terk ediyor. Bunu da "şu kadar" ya da "yüz bin" vatandaşın sorununu çözdük diye özgüyle anlatıyor.
İşte inşaat sektöründe sistem böyle işliyor.
Vatandaş bu nedenle enkaz altında can veriyor.