Cumhuriyet’in ilk yüzyılı biterken bir Z raporu alsak neyle karşılaşırız? Çağdaş uygarlık düzeyine ulaştık mı, yoksa geri mi gittik? Usta gazeteci Fikret Bilâ 100 yıllık tarihin bir muhasebesini yapıyor, Cumhuriyet’in ve Türk Devrimi’nin geçtiği süreçleri inceledi. Karşı devrim ne zaman başladı, laiklik için tehlike çanlarının çaldığı ‘o an’ hangisiydi? Bilâ ile Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan yeni kitabı ‘Karşı Devrim: 1923’ten 2023’e’yi konuştuk.
- Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sonrasında 1923’te kurduğu, demokratik bir rejime kavuşturmak istediği laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile 100 yaşına giren bugünün Türkiye Cumhuriyeti aynı devlet mi?
Hayır, aynı devlet değildir. Atatürk, bir dizi devrim üzerine inşa ettiği laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, demokratik, laik bir hukuk devletine dönüşüp akıl ve bilim yoluyla çağdaş uygarlığı yakalamasını hedef göstermişti. Bu hedefe ulaştı mı? Hayır, ulaşamadı. Bu hedefe ulaşmak yolunda çok büyük bir ilerleme kaydetti, ancak karşı devrim süreciyle yolu kesildi.
- Neden?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni üç temel devrim üzerine kurdu: Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik hukuk devleti yapısı bu üç temel direk üzerine oturur. Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda bu üç temel direğin önemli ölçüde zayıflatıldığını görüyoruz. Devletin laik yapısı, kurum kadrolarının değiştirilmesi yoluyla fiilen ortadan kalktı. Hilafet ve saltanat yanlılarının desteklediği ve devlette yer bulduğu bir devlet yapısı oluşturuldu.
- Yani burada siyasal İslamcı akımlar mı etkili oldu?
100 yıllık Cumhuriyet’in siyasal tarihi, kaynağını Atatürk’ten alan ve Türkiye’yi demokratik, laik, sosyal hukuk devletine dönüştürmeyi çalışan siyasal akımlarla, aksine siyasal İslamcı bir din devletine dönüştürmek isteyen siyasal akımların mücadelesi tarihidir.
- ‘Karşı Devrim’ sürecinin başlangıcı açısından takvimde hangi tarihi işaretlersiniz?
Atatürk’ün devrimlerini ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan karşı devrim sürece 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle başladı ve sağ iktidarlar döneminde -72 yıllık çok partili hayatın 60 yıla yakın döneminde sağ iktidar olmuştur- devam etti. Bu dönemlerde din her zaman sağ partiler tarafından siyasi araç olarak kullanıldı. Ancak laik cumhuriyetin dönüşümü son yirmi yılda AK Parti iktidarı döneminde gerçekleştirildi. AK Parti de diğer birçok parti gibi Türkiye’de demokrasinin sınırlarının “üçlü vesayet” tarafından çizildiğini, bu rejimin cumhurbaşkanı, TSK ve yüksek yargıdan oluştuğunu düşünüyordu. Bu üçlü vesayet sistemi sosyalist solu ezdiği gibi laikliği tümüyle ortadan kaldıracak padişahlık/halifelik düzenini geri getirecek siyasal İslamcı partilere de karşıydı. Bu akımlar güçlendiğinde sosyalist ve islamcı partileri kapatıyordu. Böyle bir gelişme karşısında TSK harekete geçiyor, genelkurmay başkanı cumhurbaşkanıyla görüşüyor, cumhurbaşkanı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nı harekete geçirerek bu partiler hakkında kapatma davası açıyor ve Anayasa Mahkemesi de partileri kapatıp parti lider ve yöneticilerine siyaset yasağı getiriyordu. AK Parti kendini güvende hissetmiyor, üçlü vesayeti etkisiz kılmanın yollarını arıyordu. Üçlü vesayet mekanizması tarafından kapatılmaktan korkuyordu.
- Varlığını sürdürmesi ve siyasal İslamcı ideolojisini hayata geçirmesi için üçlü vesayeti yıkması gerekiyordu, öyle mi?
Kesinlikle. Daha sonra FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü veya Fetullah Gülen Terör Örgütü) olarak anılacak olan Gülen Cemaati ile işbirliği ve ABD’nin desteğiyle bunu başardı. Bu yönde adım atma fırsatını 2007 yılında AK Parti’nin ilk Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin Meclis’te “367 skandalı”yla önlenmesi sırasında yakaladı. Hemen erken seçim kararı aldı, seçimlerden daha güçlü çıktı ve MHP’nin meclis genel kuruluna katılmasıyla 367 engeli aşıldı ve Gül cumhurbaşkanı seçildi. Böylece üçlü vesayetin bir ayağı kırılmış oldu. Aynı yıl TSK ayağını kırmak üzere düğmeye bastı. 2007 yılında Gülenci emniyet mensupları, savcılar, yargıçlar aracılığıyla açılan Ergenekon ve 2010 yılında açılan Balyoz davalarıyla TSK’daki Atatürkçü komuta heyeti, generaller ve amiraller tasfiye edildi. Yerlerine FETÖ’cü subaylar terfi ettirilerek atandı. Üçlü vesayetin ikinci ayağı da böylece kırıldı.
- Geriye kaldı yüksek yargı ayağı!
Evet, bu üçüncü ayak, yani yüksek yargı da 2010 Anayasa’nın referandumla değiştirilmesi sonucu kırıldı. Hâkimler Savcılar Kurulu (HSK) başta olmak üzere yüksek yargı organlarının üyeliklerine FETÖ’nün verdiği listedeki isimler atandı. Böylece yüksek yargı da iktidarın kontrolüne geçti. Üçlü vesayet yıkıldı ve bu vesayeti oluşturan Cumhurbaşkanlığı görevini önce Abdullah Gül, ardından Tayyip Erdoğan devraldı. TSK ve yüksek yargı da iktidarın hâkim olduğu kurumlara dönüştürüldü. 15 Temmuz 2016’da ABD’nin koruması altındaki FETÖ’nün askeri darbe yapmaya kalkışmasından sonra ise Türkiye Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin AK Parti’yi desteklemesiyle yeniden anayasa değişikliğine gitti. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan sonuçları tartışmalı bir referandumla Türkiye Cumhurbaşkanlığı-hükümet sistemine geçti. Bu sistemde yürütme organının (hükümet) bütün yetkileri tek başına cumhurbaşkanına verildi. Meclis’in yetkileri ve denetim görevi kısıtlandı. Yargı siyasi davalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği yönde kararlar almaya başladı. Anayasadaki denge-denetleme kurumların, bağımsız olması gereken kurumların içi boşaltılıp işlevsiz kılındı ve bütün kurumlar için kararları fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan vermeye başladı. Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik sosyal hukuk devleti” olduğu hükmü yer almaya devam etti ancak fiilen devletin bu nitelikleri rafa kaldırıldı. İlerideki bölümlerde daha detaylı şekilde tartışılacağı gibi cumhurbaşkanlığı-hükümet döneminde Türkiye demokrasiden hızla uzaklaştı, anayasal özgürlükler, basın özgürlüğü, laik devlet yapısı büyük ölçüde ortadan kalktı. Yerine, giderek otoriterleşen tek adam yönetimi yerleşti, üçlü vesayet yerine tekli vesayet geldi ve laik devlet fiilen islamcı bir devlete dönüştü. En başa dönecek olursak; bu dönüşüm karşısında bugünkü devletin Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik, hukuk devletiyle aynı olduğunu söyleyemeyiz.
- Siyasal İslamcı akımların etkisine dönelim ve biraz daha açalım isterim.
Tabii, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler ve Türkiye Cumhuriyeti için koyduğu hedef, gösterdiği yol doğrudur. Bu yolun ne kadar doğru olduğunu komşularımızda yaşanan olaylarla çok daha net şekilde görülüyor. Ancak karşı devrim süreci Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği hedefleri yakalamasını engelledi. Atatürk devrimleri halka indirmek, onlara anlatmak, benimsemelerini sağlamak için halkevleri, halk ocaklarını kurdu. Daha sonra köy enstitüleri kuruldu. Bu kurullar köyden başlayarak devrimleri halka aktarmaya ve çok etkili bir eğitim sistemi uygulayarak laikliği, akılı, bilimi benimsemiş öğretmen kuşakları yetiştirmeye başlamışlardı. Bu kurumların kapatılması ve işlevlerinin değiştirilmesi devrimlerin halka indirilmesi sürecine ağır darbe vurdu. Altı yüzyıl kul, ümmet olarak yamamış bir toplumu laik, demokratik bir topluma dönüştürmek kolay değildir. Bu bağlamda cumhuriyeti kuran CHP açısından halk desteğini zayıflatan ve bu partiyi iktidardan uzak tutan önemli kırılma noktaları vardır. Bunların ilki Atatürk’ün hilafeti kaldırması ve laik bir devlet yapısı kurmasıyla başlayan karşı propagandadır. Eğitim düzeyinin çok düşük olduğu bu dönemde karşı devrimci akımlar CHP’yi ve Atatürk’ü “dinsiz” olarak damgalamış ve halk arasında etkili olmuşlardır. Bu suçlama bugün dahi aynı çevrelerce kullanılmaktadır. Bir diğer kırılma noktası İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde patlayan İkinci Dünya Savaşı’dır. Savaş koşullarında halk özellikle çiftçiler, köylüler büyük ekonomik sıkıntı çekmişler, yokluk yaşamışlardır. Orduyu savaşa hazır tutabilmek için konulan vergiler, ekmeğin dahi karneye bağlanması, yokluk çekilmesi CHP’ye karşı çok olumsuz bir imaj doğmasına ve yerleşmesine neden oldu. CHP demek, açlık, yoksulluk, vergi demektir propagandası karşılık buldu. Benzeri bir yargı 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Türkiye konulan ekonomik ambargonun yarattığı olumsuz ekonomik koşullardır. Özellikle akaryakıt, elektrik gibi enerji alanında yaşanan sıkıntı, Ecevit dönemini “kuyruk” dönemi olarak damgalamıştır. Bu iki dönem de hala sağ partiler tarafından CHP aleyhine kullanılır.
- Özetle, hangi darbe, hangi akımın önünü açtı?
27 Mayıs darbesi, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı idam ederek Türk siyasi tarihine kara bir leke sürdü. 12 Mart 1972 darbesi ise karşı devrim saflarında bu üç idama karşı devrimci gençlik hareketinin üç lideri olan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı idam ederek karşılık verdi. 27 Mayıs darbesinin eksi yönü üç idam, artı yönü ise 1961 Anayasası’dır. 1961 Anayasası Atatürk’ün de hedef olarak gösterdiği “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti”ne temel oluşturan anayasadır. Çağdaş demokrasiye kapı açan anayasadır. 1961 Anayasa’sı Türkiye’de batı demokrasilerinde olduğu gibi kuvvetler ayrılığına dayanan, denge-denetleme mekanizmasına sahip bir demokrasi kurdu. CHP’nin AK Parti iktidarına karşı kullandığı ifade ile laik cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırdı. 27 Mayıs 1960 darbesi Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda bir “ilerleme”, bir “devrim” olarak nitelendi. 27 Mayıs’ı devrim olarak niteleyen siyasetbilimcilere göre bunun nedeni Türkiye’yi çağdaş, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan çoğulcu demokrasiye taşıyan, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü getiren 1961 Anayasası’ydı. Türkiye’nin önde gelen siyasetbilimcilerinden Prof. Dr. Emre Kongar ve Prof. Dr. Sina Akşin bu görüştedir. Özgürlükçü 1961 Anayasası’nın sağladığı ortamda CHP İsmet İnönü liderliğinde ortanın soluna, Bülent Ecevit’in genel sekreterliği ve genel başkanlığı döneminde demokratik sola yönelirken Türkiye’de sosyalist solun ve siyasal İslamcı sağın yasal olarak siyaset sahnesine çıkmasını da sağladı. Sosyalist solda Mehmet Ali Aybar’ın liderliğinde Türkiye İşçi Partisi (TİP), siyasal islamcı sağda ise Necmettin Erbakan’ın liderliğinde Milli Nizam Partisi (MNP) siyasi yelpazedeki yerini aldı. Devrim olarak nitelenen 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlükçü, çoğulcu demokratik yapıyı ortadan kaldırmak için girişilen iki askeri müdahale ise “karşı devrim” niteliğindeydi. 27 Mayıs 1960 darbesi ve onun ürünü olan 1961 Anayasası’na karşı ilk askeri müdahale 12 Mart 1971 muhtırasıydı. TSK 12 Mart 1971 müdahalesiyle 1961 Anayasası’ndaki ifade ve örgütlenme özgürlüğünü büyük ölçüde budadı. Sosyalist ve şeriatçı partileri kapattı. İkinci büyük karşı devrim hamlesi birinciden çok daha sertti.
- 12 Eylül 1980 darbesi nasıl bir kırılma yarattı?
12 Eylül CHP’yi ve solu ağır şekilde ezmiş ve siyaset yeniden yapılanırken Türk- İslam Sentezi’ni ideoloji olarak benimseyip siyasal islamın önünü açmıştır. Dünyada ve Türkiye’de siyasal islamın güçlenmesi 1989-1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sone ermesiyle ortaya çıkan koşullarda hızlandı. Sınıf siyasetinin yerini inanç ve etnik aidiyete dayalı kimlik siyasete aldı. Bu ortamda Türkiye’de hem solun ezilmiş olması hem kimlik siyasetinin öne çıkması siyasal islamcı partileri güçlendirdi. 1995 seçimlerinde Refah Partisi’nin birinci parti olması, bu dönemde Özal’sız ve Demirel’siz merkez sağ partiler ANAP ve DYP’nin kötü yönetimi, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet iddialarının ayyuka çıkmasıyla çökmeleri de AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesinde önemli faktörlerdir. Laik devletin İslamcı bir devlete dönüştürülmesi hedefinde önemli mesafe alınması siyasal İslamcı AK parti döneminde gerçekleşti.
- Kitabınızda Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu’nun şu sözüne atıfta bulunuyorsunuz: Erdoğan’ın Türkiye’de süreç içinde faşizm olarak nitelediği siyasal İslam rejimi kurmasında, Kemalistlerin yürüttüğü ‘pasif devrim’ süreci başat faktördür… Siz bu tespite katılıyor musunuz? Pasif devrim süreci tam olarak ne yaptı da bu sonuç ortaya çıktı?
Yıldızoğlu “pasif devrim” olarak tanımadığı süreci şöyle anlatıyor: “… devleti yönetmekten sorumlu Kemalist entelijansiyanın, özellikle Soğuk Savaş döneminde ‘emperyalist sisteme’ ve kapitalist sınıfa eklemlenerek, orijinal -bağımsız kalkınma- projesinden uzaklaşma, islamcı entelijansiyayı komünist harekete, Kürt siyasi hareketine karşı kullanma eğilimi, bu akımın var olmaya ve gelişmeye devam etmesine uygun zemin sağladığı da bir gerçektir.” Yıldızoğlu, Kemalist entilijansiyanın 12 Eylül askeri darbesi ve onu izleyen Turgut Özal döneminde başlayan ‘yavaş intiharı” ettiğini savlıyor. O dönemdi dinci entelijansiyanın yeniden devlet içine döndüğüne ve sivil toplum içinde meşruiyet kazandığına dikkat çekiyor. Bunu bir “geri dönüş” olarak niteliyor. Bu dönemde liberal-İslamcı yakınlaşmasıyla eğitim sisteminde başlatılan uygulamalarla Kemalist entelijensiyanın yavaş yavaş intihar ettiği saptamasını yapıyor. Bu sürecin siyasal İslamcı AK Parti’nin iktidara geliş sürecinin başlangıcı olduğu görüşünü dillendiriyor. Ben de bu saptamalarda çok büyük gerçek payı olduğunu düşünüyorum.
AKP ne kadar çaba gösterirse göstersin, Vahdettin’den kahraman çıkarmak mümkün değil
- Sultan Vahdettin ile ilgili tartışma haftalardır sürüyor. Kitabınızda da yer veriyorsunuz. İktidarın Vahdettin hassasiyetinin ardında ne yatıyor?
Atatürk, saltanatı ne zaman ve nasıl kaldırdı? Önce bu soruyu yanıtlayalım: Atatürk, saltanatı kaldırılması kararını uygulamaya geçirme fırsatını Lozan Barış Konferansı öncesinde yakaladı. İtilaf devletleri, Lozan’a hem Ankara hem de İstanbul hükümetini birlikte davet etmişti. Bu ikili davet Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde (BMM) çok büyük tepkiyle karşılandı. Milletvekilleri ikili davetin Vahdettin’in bir oyunu olduğunu, ülkeyi bölmeye yönelik bir taktiği olduğunu düşünüyorlardı. Atatürk bu fırsatı kaçırmadı. Türkiye’de ‘iki hükümet’ durumuna son verecekti. Saltanat ve hilafeti birbirinden ayıracak ve önce birincisini kaldıracaktı. Sultan ve hükümeti olmayacaktı. Şehzade siyasal iktidara sahip olmayacak sadece halifelik makamında oturacaktı. Atatürk’ün önerisiyle saltanat 1 Kasım 1922’de Meclis’te 1’e karşı 600 oyla kaldırıldı. Saltanatın kaldırılmasıyla padişaha bağlı İstanbul hükümeti de meclisi de ortadan kalkmış oldu. Lozan’da Türkiye’yi İsmet Paşa başkanlığında Ankara hükümeti temsil etti. Saltanatın kaldırılması padişahı da yok saymak anlamına geliyordu. Meclis’in kararında Padişah Vahdettin’den söz edilmiyordu. Ancak ona da yol görünmüştü. Vahdettin, saltanatın kaldırılmasından 10 gün sonra her zamanki gibi padişah sıfatıyla cuma selamlığına çıktı.
Ancak 15 Kasım 1922 tarihinde General Harington’a bir mektup yazarak sığınma talep etti. 17 Kasım’da ailesiyle birlikte İngiliz Malaya zırhlısına binerek İstanbul’dan ayrıldı. Bir gün sonra Meclis Vahdettin’in halife olmadığını ilân etti ve Veliaht Abdülmecit Efendi halife seçildi. Atatürk ilk hedefine ulaşmış, saltanatı kaldırmıştı. Ancak henüz halifeliğin kaldırılması için koşullar oluşmamış, zamanı gelmemişti. Bu konuda Kurtuluş Savaşı boyunca da hep ihtiyatlı davrandı. Vahdettin, saltanatını koruyabilmek için işgalci İngilizlerle işbirliği yapmış, Atatürk hakkında ölüm fermanını imzalamış ve sonuçta İstanbul’un anahtarını İngiliz komutana teslim ederek, İngiliz gemisiyle ülkeyi terk etmiştir. Bu nedenle AK Parti iktidarı ne kadar çaba gösterirse göstersin Vahdettin’den bir kahraman çıkarmak mümkün değildir. İktidarın Vahdettin, Abdülhamit hassasiyeti laiklik ve Atatürk karşıtlığından geliyor. Atatürk’ü silikleştirip Osmanlı padişahlarını öne çıkarmaya gayret ediyor. Atatürk’ü unutturmak istiyor. Ancak bunu başarması da mümkün görünmüyor. Son olarak İzmir’in kurtuluş gününde, Tarkan konserinde yansıyan manzara, iktidar Atatürk’ü yok saydıkça halkın Atatürk sevgisinin daha da büyüdüğünün kanıtıdır.
Gezi ‘karşı devrim’ değil, devrimci bir toplumsal tepkiydi
- Gezi olayları bir karşı devrim miydi?
Hayır. Tam aksine Gezi olayları devrimci bir toplumsal tepkiydi. Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini önlemek, parka bir AVM dikilmesini engellemek için iktidarın rant politikasına karşı üniversite öğrencisi gençlerin başlattığı kendiliğinden gelişen doğal bir tepkiydi. İktidarın bu çevreci tepkiyi büyük bir tehlike olarak algılaması ve çözüm üretmek yerine baskı uygulamayı tercih etmesiyle, olay Türkiye çapında büyük bir toplumsal direnişe dönüştü. Bu da iktidarı ürküttü ve sert önlemler almaya itti. Polisin ateşli silah da dahil şiddet uygulaması sonucu biri polis olmak üzere sekiz kişi hayatını kaybetti. Gezi olayının büyümesi ve tüm ülkeye yayılmasının en önemli nedeni AK Parti iktidarının izlediği baskı politikasıdır. Özgürlükleri kısıtlaması, her tepkiyi, gösteriyi, yürüyüşü, kadın hakları eylemlerini şiddet kullanarak bastırmasıdır. Gezi olayları AK parti iktidarının politikalarına karşı, özgürlük, adalet ve eşitlik, doğaya, çevreye saygı arayışıydı.
.
Milli mücadeleyi destekleyen gazeteler Cumhuriyet’in ilanından sonra da büyük katkıda bulundu
- Atatürk döneminde siyaset-basın ilişkisi nasıldı? Bu ilişki bugüne hangi süreçlerden geçerek geldi?
Atatürk basının kamuoyu oluşturma ve örgütlenme işlevini biliyordu. Milli mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıktıktan sonra planladığı ilk iş bir gazete çıkarmak oldu. Milli mücadeleyi Anadolu halkına anlatmak ve onların desteğini alabilmek için basın yayın organlarına büyük gereksinim olduğunun bilincindeydi. Kongre için Sivas gelen Atatürk’ün ilk işlerinden biri planladığı gibi 19 Eylül 1919 tarihinde Müdafaa-i Hukuk hareketinin sözcüsü olarak İrade-i Milliye (Milli İrade) gazetesini yayın hayatına girdi. Gazetenin adı Atatürk’ün ulusal egemenliği hedeflediğinin işaretiydi. Ancak gazetenin yönetimi daha sonra başka bir çizgiye geçtiler. Atatürk gazete projesinden vazgeçmedi. Ankara’ya gelir gelmez Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kararlarını duyurmak için Hakimiyet-i Milliye (Milli Egemenlik) gazetesini 20 Ocak 1920 tarihide çıkardı. Gazetenin adını Atatürk koymuştu. O zamanlar yeterli basımevi yoktu. Konya’dan bir baskı makinesi getirildi ve Meclis’in bahçesindeki binaya kuruldu. Gazeteden sonra 6 Nisan 1920 tarihinde Anadolu Ajansı ve Matbuat Umum Müdürlüğü’nü (Basın Genel Müdürlüğü) kurdurdu. Atatürk, Yunus Nadi’den Yenigün gazetesini Ankara’ya taşımasını istedi. Ankara’ya taşınan Yenigün, Hakimiyet-i Milliye ile birlikte milli mücadeleyi destekledi. Milli mücadeleyi destekleyen diğer gazeteler içinde yönlendirici oldu. İstanbul’da ve Anadolu’da milli mücadeleyi destekleyen gazeteler olduğu gibi aleyhinde olan, karşı yayınlar yapan gazetelerde vardı.
- Anadolu’da milli mücadeleyi destekleyen kaç gazeteden bahsedebiliriz?
82 gazete… Bunlar arasında Yeni Adana, Açıksöz (Kastamonu) Babalık, Öğüt (Konya), İstikbal (Trabzon), Işık (Giresin), Albayrak (Erzurum) önde gelen gazetelerdi. İstanbul basınında Peyam-ı Sabah, Alemdar, İstanbul ve Aydede gazeteleri milli mücadeleyi desteklemiyordu. Necmettin Sadık (Sadak), Falih Rıfkı (Atay), Ali Naci (Karacan), Kazım Şinasi’in (Dersan) Akşam’ı, Asım ve Hakkı Tarık (Us) kardeşlerle Ahmet Emin’in (Yalman) Vakit’i, Velid Ebüzziya’nın Tasvir’i, başyazılarını Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Falih Rıfkı yazdıkları İkdam, Sedat Simavi’nin dergisi Güleryüz milli mücadeleyi destekliyorlardı. Bu yazarlar ve gazeteler Türk gazeteciler arasında dayanışmayı artırdılar. Matbuat (Basın) Cemiyeti’ni güçlendirdiler. Birçoğu özellikle Vakit ve Tasvir, Ankara’ya silah ve adam kaçırma, haber verme faaliyetleriyle fiilen milli mücadeleye katıldılar. Kuvayı Miliye’nin zaferlerini İstanbul işgal altındayaken ve sansür uygulanırken bile halka duyurdular. Milli mücadele bilinci ve Türk milliyetçiliğinin İstanbul’da ve Anadolu’da yayılmasına büyük katkıda bulundular. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra milli mücadeleye karşı yayın yapan gazeteler ile ayrılıkçı azınlık basını kısa bir sürede ortadan kalktı. Ortadan kalkan bu gazetelerin yerine İstanbul’da Vakit ve Akşam’a ek olarak Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesi (eski Yenigün) 8 Mayıs 1924 tarihinde yayın hayatına başladı. Mahmut Soydan’ın Milliyet gazetesi yayın hayatına girdi ve Atatürk’ü desteklemeye devam ettiler.
- Atatürk dönemi siyaset-basın ilişkileri konusunda 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nu nereye koyarsınız?
Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, hükümeti basınla ilgili her türlü kararı almaya yetkili kılıyordu. Hükümet bu yetkiye dayanarak Terakkiperver Fırka’sını destekleyen Tevhid-i Efkar, Tanin, Vatan gibi gazeteler ile Aydınlık, Orak Çekiç gibi sosyalist gazeteleri kapattı. Ankara İstiklâl Mahkemesi, Hüseyin Cahit, Cevat Şakir, Zekeriya Sertel gibi solcu yazarları sürgüne ve 15 yıla katar hapisle cezalandırdı. Atatürk döneminde milli mücadeleyi destekleyen gazeteler CHP yönetiminin yönlendirmesi altında yayın yapıyorlardı. Milli mücadele bilincinin geliştirilmesine katkı verdikleri gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da Atatürk devrimleri ve ilkelerinin halka anlatılması ve yerleştirilmesinde de büyük katkıda bulundular. Milli mücadelede Atatürk tarafından Ankara’da çıkartılan Hakimiyet-i Milliye gazetesi “Ulus” adını alarak CHP’nin gayri resmi yayın organı olarak yayın hayatına devam etti. Gazetenin sahipleri ve bazı yazarları aynı zamanda CHP milletvekiliydi. Yunus Nadi, Asım Us, Hakkı Tarık Us, Mahmut Soydan gibi gazete sahibi ve yazarlar CHP’nin milletvekilleriydi. Kağıt ve ilan kaynağı da devletin kontrolü alındaydı. Harf devriminin yapılmasından sonra hem gazete ve dergi sayısı hem tirajlar arttı. Fikir ve edebiyat dergileri yayın hayatına katıldı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Şevket Süreyya Aydemir’in yönettiği Kadro, Hüseyin Cahit’in Fikir Hareketleri, Yaşar Nabi’nin Varlık dergileri o dönemde fikir ve edebiyat hayatına katı veren önemli yayınlardı. Cumhuriyet döneminin önemli düzenlemelerinden biri 1931 yılında çıkan basın yasasıydı. Yasa saltanat, hilâfet, komünizm ve anarşizm yanlısı yayın yapılmasını yasaklıyordu. O dönemin koşullarında devrimleri yerleştirmek ve karşı devrim hareketlerinin önünü kesmek için gazeteler üzerinde siyasi baskı kurulmuştu. Henüz demokratik bir sisteme geçilmemişti. Çok partili hayata geçiş denemelerinde ise karşı devrimci akımlar kurulan muhalefet partileri ve gazetelerde çok etkin hale gelmişler ve devrimci süreci kesmek için harekete geçmişlerdi.
Ordu siyasi otoritenin siyasi bir aracı olmamalıdır
- Türkiye tarihinde bir diğer konuşulması gereken ilişki siyaset-TSK ilişkisidir. Siz de bu konuda uzman olan sayılı gazeteciden birisiniz. O ilişkinin başı ve sonuna baktığımızda doğru ilerlediği bir dönem hatırlıyor musunuz? Yoksa başından beri sıkıntılı bir ilişki miydi?
Kitapta her dönem için siyaset-TSK ilişkisini ele aldım. Dönemin koşullarına göre siyaset/-TSK ilişkisi değişiyor. Atatürk dönemine bakacak olursak: Atatürk, devrimlerini gerçekleştirirken en büyük gücü ve desteği TSK’dan almıştır. TSK üzerindeki etkisi ve saygınlığı diğer komutanlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Meclis’te saltanatı kaldırırken aksi yönde oy kullanacak muhaliflere “Saltanatın kaldırılması” başlığında değindiğimiz gibi “herkes bu konuyu tabii görürse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde gerçek usulünce ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diyecek kadar tehditkâr konuşmasının nedeni TSK’ya olan güvenidir. Atatürk, zaferden sonra kolordu ve daha üst rütbedeki komutanlar ile Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdiği başta İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele olmak üzere kahraman komutanlara da askeri görevleri devam ederken milletvekili olarak Meclis’te yer vermişti. Devrim yasalarını Meclis’ten geçirilmesinde bu asker milletvekillerinin desteğiyle geçirmiştir. Bu komutanlar siyasi olarak ters düşmüşler, Hilafetin kaldırılmasına itiraz etmişlerse de, Meclis’te Atatürk’ün devrim yasalarını geçirmesinde destek olmuşlardır. Nitekim Atatürk hilafetin kaldırılması konusunda 15 Şubat 1924’de İzmir’de yapılan Harp Oyunları sırasında bu komutanların desteğini almıştır.
- Asker milletvekillerini bir tercihe de zorladı değil mi?
Atatürk devrim yasalarını meclisten asker milletvekillerinin de desteğiyle geçirdikten sonra asker milletvekillerini iki görevden birini tercih etmeye zorlayan bir düzenleme geçirdi. Asker milletvekillerinin isterlerse milletvekili olarak kalabileceklerini ancak Meclis’in yasama çalışmalarına katılamayacakları yönünde bir yasa değişikliği yaptırmıştır. Ayrıca kendisi de ordu ve kolordu komutanlarına telgraf çekerek istifa etmelerini söylemiştir. Bu düzenleme karşısında Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı olarak kalmayı yeğleyip milletvekilliğinden istifa etmiştir. Cevat Paşa da 3. Ordu Müfettişliğinden ayrılıp mecliste kalmış, ancak bir süre sonra milletvekilliğinden istifa ederek TSK’ya dönmüştür. Diğer milletvekili komutanlar ise TSK’dan ayrılmışlardır. Atatürk böylece TSK’yı siyasetin dışına çıkarmış ve TSK içinde birliği sağlamıştır. Atatürk döneminde, Kurtuluş Savaşı, meclisin kurulması, saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, hilafetin sonlandırılması ve diğer devrim yasaları hayata geçtikten sonra, özellikle 1926-1938 yılları arasında TSK’nın arka planda kaldığı gözlenmektedir. TSK, Atatürk’e ve cumhuriyete sadıktır. TSK arka planda asli işiyle ilgili olarak kalmasında Fevzi Çakmak Paşa’nın çok uzun süren Genelkurmay Başkanlığının rolü büyüktür. Fevzi Çakmak, Atatürk’ün güvendiği bir komutan olarak, asker siyasetin dışına çıkarıldıktan sonra TSK’yı hep kontrol altında tutmuştur. Meclis’ten mareşal unvanını da alan Çakmak, Atatürk’ün ölümüne kadar ordunun siyasetin dışında kalmasını Atatürk’ten de aldığı güç destekle sağlamıştır. Atatürk ve İsmet İnönü de 22 yıl Genelkurmay Başkanlığı yapan Fevzi Çakmak’ın komutanlığı süresince TSK’ya askeri işlerin yürütülmesinde geniş bir özerklik tanımışlardır. Atatürk döneminde Kurtuluş Savaşı’nda yakın silah arkadaşı olan komutanlarla zaman zaman ciddi sorun ve tartışmalar yaşasa da sonuçta bu isimleri ordudan ve siyasetten tasfiye ederek, TSK’nın kontrolünü her zaman elinde tutmuştur.
- TSK, nasıl laik ve demokratik devletin savunucusu ve koruyucusu kabul edildi?
Atatürk ve sonrasında İnönü’nun yönettiği 1923-1946 tek parti döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderleri olarak TSK’yi laik cumhuriyetin güvencesi olarak gördü. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda laik, çağdaş bir eğitim gören TSK, laik ve demokratik devletin savunucusu ve koruyucusu oldu. Esasen bu vesayetin kaynağı Atatürk döneminde, 18 Haziran 1935 tarih ve 2771 sayılı Ordu Dahili Hizmet Kanunu’na dayanır. Bu kanunun 34. maddesi “TSK’nın görevi Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır” hükmünü taşır. Bu hüküm TSK’nın yaptığı darbelerin yasal dayanağı olarak kullanıldı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenler darbenin “yasal dayanağı” olarak bu maddeyi öne sürdüler. 27 Mayıs yönetimi, Ordu Dahili Hizmet Kanunu yerine, 4.1.1961 tarih ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkardı. Eski kanunun 34. maddesini yeni kanunda 35. madde olarak değiştirmiş ve şu hükme yer verdi: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.” TSK, bu hükmü gerekçe göstererek 27 Mayıs 1960’den sonra 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de siyasete müdahale etti. 12 Mart da 12 Eylül de, 27 Mayıs’a ve 1961 Anayasası’na karşı yapılmış ve karşı devrim sürecinin güçlenmesine yol açmış darbelerdir.
- TSK’nın bu konumu nasıl bir sonuç doğurdu?
1960 sonrasında TSK’dan emekli cumhurbaşkanları veya TSK’yla yakın çalışan cumhurbaşkanları ile yüksek yargıdan oluşan ama özü itibariyle demokrasi üzerinde askeri bir vesayet oluşturdu. AK Parti ise FETÖ ve ABD işbirliğiyle vesayeti yıkmış ancak yerine tekli ve İslamcı bir vesayet düzeni kurdu.
- İdeal olan neydi?
Elbette ideal olan gelişmiş demokratik ülkelerde olduğu gibi ordunun siyasi otoritenin emrinde olmasıdır. Anayasada çizilen çerçeve içinde ordu siyasi otoritenin verdiği talimatları yerine getirmelidir. Ancak ordu siyasi otoritenin siyasi bir aracı olmamalıdır. Bunun gerçekleşmesi halinde demokratik hukuk devletinden değil parti-devletten söz etmek gerekir. TSK, emniyet ve yargıda AK Parti’nin FETÖ ve ABD işbirliğiyle gerçekleştirdiği tasfiye bu kurumların Atatürk’e, cumhuriyetin niteliklerine bağlı laik yapısını dönüştürmüştür. AK Parti’nin “vesayete son verdik” dediği sonuç budur. TSK’daki kadroların tasfiyesinde emniyet ve yargıdaki FETÖ’cü kadro kullanılmıştır. İktidar TSK’dan tasfiye edilen Atatürk’ü ve cumhuriyete bağlı komutanların yerine FETÖ’cü komutanları atamış, onlar da 15 Temmuz 2016’da Erdoğan iktidarıyla birlikte laik cumhuriyeti yıkmayı amaçlayan darbe girişimde bulunmuşlardır. Sonrasında kurulan cumhurbaşkanlığı-hükümet sisteminde ise yürütme organı olan hükümetin tüm yetkileri cumhurbaşkanının elinde toplanmış, kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen rafa kaldırılmış ve her alanda tek karar verici cumhurbaşkanı olmuştur. Bu dönemde laiklik başta olmak üzere cumhuriyetin nitelikleri ve demokratik işleyiş ve denetim büyük ölçüde devri dışı kalmıştır.
Laiklik açısından tehlike çanlarının ilk çaldığı an…
- Ve laiklik… Son yılların en tartışmalı konusu. Siz 2001 krizi ve AK Parti iktidarını anlatırken Laik Türkiye İçin Tehlike Çanları başlığını kullanıyorsunuz. O tehlike çanının ilk çaldığı zaman ne zamandı?
AK Parti, iktidarının ilk dönemi olan 2002-2007 yılları arasında içinden doğduğu İslamcı akımın hedeflerini arka plana atarak, Avrupa Birliği (AB) değerlerini öne çıkaran ve tam üyelik hedefine yönelen bir parti izlenimi verdi. Bu yaklaşım içinde laik cumhuriyetin askeri ve sivil bürokrasisiyle belli bir uzlaşma ve uyum içinde görünmeye gayret etti. İslamcı ikinci bir ajandası olduğunu reddetti. Ancak 2007’dan sonra başlayan ikinci iktidar döneminden itibaren özellikle Gülen Cemaati’yle kurduğu ortaklıkla laik askeri ve sivil bürokrasiyi tasfiye etti. Bu süreç 15 Temmuz 2016’da FETÖ olarak tanımladığı Gülen Cemaati’ne bağlı askerlerin darbe girişimine kadar devam etti. Laik devlet yapısı İslamcı bir yapıya doğru evrilirken, rejim de demokratik kurum ve kurallardan uzaklaşarak otoriter bir yapıya dönüştü. Laiklik açısından tehlike çanlarının ilk çaldığı an 2003 yılındaki Yüksek Askeri Şura’da irticai faaliyetler yüzünden ordudan çıkarılan subaylarla ilgili kararlara dönemin Başbakanı Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün şerh düşmeleriydi. Sonraki yıllarda bu uygulama devam etmiş, iktidar güçlenince bu ihraçlar da büyük ölçüde azalmıştır.
- Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını hangi açıdan bir dönüm noktası olarak kabul ediyorsunuz?
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kadarki dönemin cumhurbaşkanları TSK ile uyumlu çalışmışlardır. TSK’dan gelen talepleri hükümete iletmişler, uygulamasını takip etmişlerdir. AK Parti iktidarının ilk döneminde cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer, iktidarın laiklik karşıtı örgütlenme amacıyla yaptığı atamaları ve yasal düzenlemeleri veto etmiştir. Bu nedenle AK parti cumhurbaşkanlığını üç vesayetin bir ayağı olarak görür. Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle üçlü vesayetin bir ayağı ortadan kalmıştır. Gül, Erdoğan hükümetleriyle uyum içinde çalışmış atama ve yasal düzenlemeleri onaylamıştır.
Mağduriyetlerinin giderilmesi gereken kesim sol kesimdir
- Son yıllarda özellikle konuştuğumuz, siyasetin de son derece hassas davrandığı ‘muhafazakârları incitmeyelim’ siyaseti belli kesimler tarafından son derece eleştiriliyor. “Bu ülkede bir tek muhafazakârlar mı çile çekti, ya solcular” sorusu soruluyor. Haklı bir serzeniş mi?
Elbette haklı bir serzeniş. Bu ülkede en fazla öldürülen, hapse atılan, orada unutulan, çile çeken kesim solculardır. Bu nedenle asıl yüzleşilmesi, mağduriyetlerinin giderilmesi gereken kesimlerin başında sol gelmelidir.
- Bir yandan da “100 yıllık parantezi kapatacağız” diyenlerin aslında bunca olan bitene rağmen sonuca ulaşamadığı bir ülke Türkiye. Burada hangi faktörler etkili oldu? Yani kitabınıza adını verdiğiniz ‘karşı devrim’ neden gerçekleştirilemedi?
Şunu kabul etmek gerekir ki AK Parti’nin 20 yıllık iktidar sürecinde karşı devrimci akımlar büyük mesafe kaydettiler. Devlete yerleştiler, devleti dönüştürdüler. Tabii anayasada “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” hükmü değiştirilmedikçe, “devletin dini islamdır” hükmü getirilmedikçe, hilafet kurumu yeniden kurulmadıkça, karşı devrim süreci tam anlamıyla sonuca ulaştı demek mümkün değil. Bugün toplum, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti hükmünün anayasada kalmasının en önemli güvencesidir. Karşı devrim süreci mesafe alsa da iktidar bütün araçlarla baskıcı bir rejim kurmuş olsa da Türkiye’de geniş kitleler Atatürk devrimlerinin, laik devletin ve demokrasinin ne kadar önemli olduğunun bilincindedir. Bu dönemin kapanacak bir parantez olmadığını toplumsal tepkilerle ortaya koymuşlardır. İzmir’de 9 Eylül günü Tarkan konserinden yansıyan temel mesaj da budur. Bütün karşı çabalara karşın Türk toplumunun en az yüzde 50’sinin, hatta daha fazlasının şeriat düzeni değil, demokratik, laik bir düzen istediği de anlaşılmış durumdadır. Bu nedenle Türkiye’nin yeniden parlamenter sistemi geçmesi, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin değiştirilmesi, demokratik, laik, hukuk devleti niteliklerinin güçlenmesi ve uygulamaya geçmesi konusunda umut büyüktür.