O tabii, ettiği lafın sosyolojide, politik bilimde karşılığı olup olmadığını, varsa bile ne tür bir karşılık olduğunu düşünmeden konuşuyor ama ileride Recep Tayyip Erdoğan konulu araştırmalara malzeme olacak hayli veri sunuyor. Bunda, kimilerince iyi bir konuşmacı olduğuna inandırıldığı için “rahat” davranmasının payı olduğu kadar lafının üzerine laf söyleyen, iyiliğini düşünüp onu uyaracak tek bir kişinin olmamasının da payı var.
Ben, elbette beyefendinin iyi bir konuşmacı olduğunu düşünenlerden değilim. Bir ara ettiği “öfke de bir hitabet sanatıdır” cümlesini duyduğumda hatipliğin de ne olduğunu bilmediğinden emin olmuştum. Her zaman şuna inandım; AKP Genel Başkanı bilinçaltının diliyle konuşuyor. Bunu “açık sözlülüğüne”, “cesurluğuna” bağlayanlar da var tabii. Hatta neredeyse gelmiş geçmiş en büyük hatip olduğunu düşünenler de. Bu iddiada abartı rekoru zor kırılabilecek olan Ertuğrul Özkök’ün Erdoğan’ı hatiplikte Çiçero ile eş tuttuğunu anımsıyorum. O Çiçero ki yaşadığı çağdakilerin dışında, yüzlerce yıldır tek bir insan evladı nasıl konuştuğunu, nasıl bir ses tonu ya da beden dili olduğunu bilemez. Ancak yazılı metinlerden ya da günümüze kadar gelebilmiş Senato konuşmalarından “tahmin” edilebilir en fazla. Ama Özkök, Çiçero’yu yakından dinlemiş gibi emindir Erdoğan’da da aynı özelliklerin olduğuna.
Bilinçaltının dili, bastırılması gereken bir dildir. Beyefendi bastıramıyor. “Bana af edersiniz Ermeni dediler”, “Bekir (Bozdağ) beyin kökeni Kürt olabilir, ama bu millete hizmet etmenin şuurunda bu aşkı yaşamış bir arkadaşımızdır” gibi örnekler hatırlanır. Bir 23 Nisan’da da, günün hoş bir geleneği olarak, Başbakanlık (o sırada Başbakan’dı) koltuğuna oturan küçük bir kız öğrenciye “şimdi Başbakan sensin ister as ister kes” demesi de, ille öyle yapar demiyorum ama, söz konusu makamın gücüne/görevine ilişkin bilinçaltında yatanın ne olduğunu gösterir.
Erdoğan’ın sorunlu bir dili var, bu kesin. Önceki gün de “yılbaşından itibaren fiyatlarda en düşük seviyede artış yapılmıştır. Devlet bu alanlarda fedakarlık yapıyor” deyiverdi örneğin. Fedakar bir insanı, sahip olduğu ya da kendince çok değerli olanı karşısındakine karşılıksız veren ya da onun için riske giren diye tanımlarız. Doğru olmaz ama hadi devleti de bir an böyle tanımlayalım; ancak Erdoğan’ın cümlesinden anlıyoruz ki devletin halka verdiği değerli bir şey yok ortada. Fedakarlık dediği yaptığı zamları düşük tutmak. Fedakarlık yapan acı da çeker tabii ki, az ya da çok. Devletin halka zam acısı çektirmeyerek, kendisine acı çektirdiğini düşünüyor Erdoğan ciddi ciddi. Tuhaf bir biçimde de fedakarlık konusunda hayli tecrübeli olan halkla, başında bulunduğu devleti eşitliyor.
Fedakarlık, fedakarın kendi çıkarlarından vazgeçmesi demek. Bu durumda “fedakar” devletin millet lehine kendi çıkarından vazgeçmesi gibi son derece tuhaf bir durumla karşılaşıyoruz bu sefer de. Devlet felsefesine aykırı bir hal yani. Erdoğan’ın sorunlu dili bunlara yol açıyor. Oysa fedakarlık türü kavramları falan karıştırmadan “zammı düşük tuttuk” dese, bu kadar konuşmayacağız üzerinde. Ama böyle yapmıyor; başında olduğu devleti de tıpkı üzerine koskoca bir politika oturttuğu o hep “mağdur olma” haline büründürüyor. Gerçekten de hem kendisini hem de devleti mağduriyetten besleyen biri Erdoğan. Az zam yapmak durumunda kalan fedakar/mağdur devlet diyor açıkçası.
Elbette, zamların - kendi yönetim beceriksizliği sonucu – maalesef yapılması gerekli hale geldiğini az çok biliyoruz. Ama yol açtığı sorunların sonuçlarını halka az yansıtmanın fedakarlık ya da teşekkürlük bir icraat olmadığını da biliyoruz. Karşımızda, “fedakar” kılığına büründürülmüş bir “devlet kibri” var. Az ya da çok zam yapmak durumunda kaldığı için mahcubiyet duymak yerine, “az zam” yapmayı takdir edilmesi gereken bir fedakarlık olarak anlatıyor Erdoğan. Müthiş bir rahatlık.
Bu tek örnek değil ama. Türkiye’nin, içinde bulunduğu sorunlara rağmen, özellikle kimi yoksul Müslüman ülke ya da bölgelere yardım içeren “şefkat diplomasisi” toplumda zaman zaman tepkiyle karşılanıyor malum. Bu cömert yardım çabalarına ilişkin görüşleri sorulduğunda “önce kendi ülkesinin yoksuluna baksın” diyen bir dolu vatandaş var, sokak röportajlarından tanık olduğumuz. Erdoğan bu tepkileri göğüslemek için yine o sorunlu dilini devreye sokuyor. Örneğin diyor ki “Türkiye'den Afganistan'a 700 ton malzeme taşıyan iyilik treni göndereceğiz”. Bu girişimi eleştirenler “tren dolusu” iyiliğe itiraz etmiş olmazlar mı?
Sokak röportajında vatandaşı susturmaya belki yarar da uluslararası ilişkilerde “iyilik” gibi kavramlar pek kullanılmaz. Zaman zaman sahte bulsam da “diplomasinin dili” naziktir. Bu dili bilen devlet başkanları “iyilik” demek yerine “yardımlaşma” ya da “dayanışma” derler bu tür girişimlere. Çünkü “iyilik”, yapanın değil, yararlandırılanın kendisine yardım edene biçtiği bir “kıymet hükmü” dür. Afganistan’a giden malzeme trenine Afganlar desin “iyilik treni” diye, sen niye diyorsun?
Bilinçaltının dili artık politikanın dili olmuş durumda. Bu nezaketin, mütevazılığın, yardımseverliğin, anlayışlı olmanın, sevginin dili değil.
İyiliği göze sokan, şamarını fiskeye çevirmenin adını fedakarlık koyan son derece kötü bir dil.