Altı muhalefet partisi liderinin imza attıkları metnin özü seçmene “demokratik hukuk devleti” seçeneğini sunmuş olmasıdır.
Önümüzdeki seçimlerde seçmen, muhalefetin bir anayasa taslağı gibi ortaya koyduğu demokratik sistemle, bütün yetkilerin cumhurbaşkanın elinde toplandığı otoriter rejim arasında bir tercih yapacak.
Merkez sağda ve merkez solda altı partinin ve çok önemli sivil toplum kuruluşlarının demokratik hukuk devletini inşa etmek konusunda biraraya gelmeleri Türkiye’nin temel sorununun cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olduğunu da gösteriyor.
AK Parti ve MHP’nin kurduğu cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde demokrasinin temel dayanağı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ve basın özgürlüğü büyük ölçüde rafa kaldırıldı. Anayasada hâlâ yazılı olmasına karşın Türkiye’de kuvvetler ayrılığı değil fiilen kuvvetler birliği sistemi uygulanıyor. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız değil. Yasama da yargı da yürütmenin kontrolü altında. Basının yüzde 90’nından fazlası da yine yürütme organın propaganda aygıtı gibi işlev görüyor. Bu durum yürütmenin denetimsiz şekilde istediği kararı aldığı ve uyguladığı, demokratik kurum ve kuralların işlemediği bir sistem yarattı.
Bütün yetkilerin cumhurbaşkanında toplandığı ve 2018 yılında beri yürürlükte olan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi döneminde Türkiye’de hiçbir gösterge iyiye gitmedi. Aksine bu sistemden öncekiyle kıyaslandığında çok ciddi bir geriye gidiş var. Türkiye reel olarak; toplamda milli gelir, kişi başına düşen gelir, enflasyon ve işsizlikte en kötü dönemini yaşıyor. İktidarın yaratmaya çalıştığı “her şey çok güzel” algısına karşın vatandaş ne yaşadığını biliyor.
Anayasanın güvencesi altında olan temel hak ve özgürlükler büyük ölçüde kısıtlandı. Hak aramak için toplanmak, yürüyüş yapmak, protesto gösterisinde bulunmak büyük cesaret istiyor. Bu cesareti gösterenler anında kolluk kuvvetleri marifetiyle, zor kullanılarak dağıtılıyor, yerlerde süründürülüyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararları uygulanmıyor. Hukuk güvencesi, yargı denetimi yok.
Pandeminin de tetiklediği koşullarda cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği 2018 yılından beri devam eden kriz daha da ağırlaştı. İşsizlik tarihinin rekor düzeyine çıktı. Pahalılık da rekor kırıyor. Elektriğe ve doğalgaza yapılan olağanüstü zamlardan sonra çok zenginler hariç tüm toplum kesimlerinin hayat standardı düştü. Elektrik, doğalgaz faturaları el yakıyor. Bu faturalar nedeniyle birçok esnaf dükkânını çeviremez hale geldi. Artık evlerde tek odanın ışığı yanıyor, bazıları ise sadece televizyon ışığında oturuyor. Yine büyük çoğunluk evinin tek odasını ısıtıyor. Benzin almak lüks haline geldi. Çoğu insan arabasını kullanmayı bıraktı. Çiftçi traktörüne mazot alamıyor. Altı ay önceye göre benzin ve mazot fiyatı iki katına çıktı.
İktidarın bilim dışı “düşük faiz yüksek enflasyon yüksek kur” politikasının sıçrattığı fiyatların bu politika devam ettiği sürece düşmesi mümkün değil. Türkiye dış kredi bulamıyor. Risk puanı rekor düzeydi. Kimse Türkiye’ye yatırım yapmak istemiyor. Çünkü hukukuna, yargısına, demokratik sistemine güvenmiyor. Bu gerçeği yaşayan iktidar vatandaşı Türk Lirası’nda tutmak için dövizle garanti veriyor ve “evdeki altınları getirin” diyor. Bu iki uygulama Hazine’nin tamtakır olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanın dar çevresiyle aldığı kararlar ekonomik krizi derinleştirdi ve içinden çıkılmaz hale getirdi. Ülkeye Merkez Bankası Başkanı dayanmıyor. Ekonomi yönetiminde liyakat değil sadakat aranıyor. Aynı anlayış yargıda da geçerli.
İşte altı muhalefet partisini biraraya getiren bu olumsuz koşullardır.
Türkiye’nin bu krizden kurtulmasının ön koşulu bir an önce demokratik, laik hukuk devletini yeniden inşa etmesine bağlıdır.
Bu gerçeği gören altı parti seçmenin önüne bir seçenek koydu.
Giderek otoriterleşen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi mi, demokratik hukuk devleti mi?
Önümüzdeki seçimlerde oylanacak olan budur.