Hiçbir şey olmasa da, bir şeyler oluyor.
Fakat olanlar, dışarıdan gözüktüğü ve yorumlandığı gibi olmayabilir. Dahası, bize yerel seçimler ile ilgili değil; Türkiye’nin kendisi ve Türkiye’de siyasetin geleceği ile başka ipuçları veriyor olabilir.
Öncelikle net söyleyelim: kimseyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan veya AK Parti’ye yakın bazı isimlerle, DEM Parti ve ötesinde bazı taraflara imalar yapan, mesajlar getirip götürenler olmuş olabilir. Fakat DEM Parti geneli de, iktidarın söz verme-söz tutma konularındaki sicilinden bihaber değil; sözler verilse bile tutulmayacağını bilemeyecek kadar da saf değiller.
Fakat…
Hep “normal bir sistemdeymiş” gibi davransak da, Türkiye’nin popülist otoriter sisteminde kartlar hep devletin en tepesindeki ismin elinde.
Ve onun da en usta olduğu şey, algı yönetimi.
“Master manipulator/Usta Manipülator)” düzeninde, kartlar hep dağıtanın kontrolünde. Ve sisteme rağmen kazanmak gerekiyor.
Algılar altüst
Selahattin Demirtaş’ın babası Tahir Demirtaş’ın vefatının üzerinden bir ay geçmeden, annesi Sadiye Demirtaş’ın hastalık haberi geldi. Ve Demirtaş’ın annesini ziyaret için Diyarbakır’a Edirne Cezaevi’nden özel uçakla götürülmesi, siyasi yorumlara da neden oldu.
Kartlar, hep dağıtıcının kontrolünde ve tek hamlede şu oluyor:
Anlaşma mevzubahis dahi olmasa da, “yaparsa Erdoğan yapar, çözerse Erdoğan yapar” algısı bilfiil iktidarın kendisi tarafından diri tutulmuş oluyor.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da, parti adına gayet dengeli ve olgun tepkiler verdiler. Ama, CHP’li tüm siyasetçilerin de aynı olgunlukla davranıp, ne DEM ne diğer muhalefet partileri ile polemiğe girmemesi doğru olur.
CHP adına konuşmasalar da, “DEM ve iktidar anlaştı” yorumu ve benzer sert yorumlar yapanlar, DEM tabanı ve siyasetçilerini “inatlaşmaya” ve keskinleşmeye itmiş oluyorlar.
ANLAŞMA YOK AMA…
Anlaşma yok; ama DEM’de farklı siyasi düşünceler, yaklaşımlar, stratejiler var.
Ve bunlar, farklı yöntemlerve anlayışlarla aynı kapıya da çıkıyor olabilir. O kapı da, “kazanma, kaybettirme”, “anlaşma, anlaşmama” değil; İstanbul’da kimin kazandığını “umursamama kapısı” olabilir.
Nasıl mı?
Önce Leyla Zana gibi sembol bir isim, sekiz yıllık sessizliğini Gazete Duvar’ın Diyarbakır Temsilcisi Vecdi Erbay’a bozdu. Ardından, Başak Demirtaş’ın Artı Gerçek’ten İrfan Aktan’a açıklaması geldi. Onun da ardından, DEM Parti’nin Sözcüsü Ayşegül Doğan’ın T24’ten Cansu Çamlıbel ile röportajı geldi.
DEM Parti’yi bir anda gündemin üzerine en çok konuşulan siyasi hareketi haline getiren de, üç kadının üç açıklaması oldu. İronik bir durum bu tabii; Türkiye’nin tüm siyaseti erkekler üzerinden konuşulurken, hesapsız ve öngörülemez biçimde, politikanın gündemini belirleyenler kadınlar oldu.
Bu açıklamaların, DEM Parti’nin ortak stratejisini yansıttığını düşünmüyorum. Veya koordineli biçimde gerçekleştiklerini de…
Ancak, gündem olan açıklamalardan ikisinin; Leyla Zana ve Ayşegül Doğan’ınkinin örtüştüğünü ve içerikte dayanıştığını düşünüyorum. Dört noktada birleşiyor Doğan ve Zana’nın ortaklaştığı hususlar:
-Kürt Sorunu ve “dava”, kişiler ve yerel seçimler gibi siyasi duraklardan büyüktür, öndedir, daha önemlidir.
-Yerel seçimler ötesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin iktidar olduğu bir dönem söz konusu: bu aktörlerin kalıcılığı üzerinden hareket etmeli Kürtler ve DEM Parti.
- CHP’ye sert (hatta iktidara olduğundan daha sert) eleştirileri: Leyla Zana’nın eleştirileri, CHP’nin tarihine yayılırken; Ayşegül Doğan’ınkiler, CHP’nin bugünü ve yeni genel başkanı Özgür Özel’i özellikle hedef alıyor. Doğan’ın manşetlik, “Ben 40 bin insanın katiliyle mektuplaşacağıma Demirtaş ile selamlaşmayı tercih ederim' dedi. Bu tür lafların Kürt tabanında olumlu bir karşılığı var sanıyorlarsa, iki taraf da yanılıyor. Biz Kürtlerin baktığı yerden mesele net; mevzu Kürt olunca iktidar da muhalefet de aynı bakış açısıyla yaklaşıyor. İnsanların kimliğinin neresine saldırırsanız, sesleri oradan daha güçlü çıkar” sözlerine dikkat çekelim.
-“Öcalan asıl muhatap ve ana aktör”.
Zana’nın, Kürt siyasetinin geçmişten gelen bir sembol ismi olarak, sekiz yıl sonra sessizliğini ilk bozduğunda, adını koymadan 2015 döneminin HDP liderliği çizgisini ve Selahattin Demirtaş’ın “Seni Başkan yaptırmayacağız” çıkışına eleştirel yaklaşımları dikkat çekici.
DEMİRTAŞ CEPHESİ
DEM Parti’nin içinde olup bitenleri ve karar alma süreçlerini yakından izleyenler de, İstanbul adayının belirlenmesi konusunda kesin karar alınmadığına işaret ediyorlar.
Başak Demirtaş’ın çıkışının, Selahattin Demirtaş’ı Edirne Cezaevi’nde ziyareti sonrası yapması, bu konunun ikisinin ortak kararı olduğunu düşündürüyor.
Selahattin Demirtaş, Kobâne Davası’nda 25 Aralık’tan 8 Ocak’a kadar süren savunmasında, müzikteki “crescendo” gibi sona doğru gittikçe artan perdede, “siyaset yapan” çizgi sergiledi.
Diğer bir deyişle, Kobâne Davası’ndaki ve Başak Demirtaş’ın çıkışı ile, Selahattin Demirtaş’ın aktif siyasete döndüğünü söyleyebiliriz.
Selahattin Demirtaş, Başak Demirtaş’ın çıkışıyla, Kürt siyaseti ve daha da ötesinde Türkiye’nin geleceğindeki ağırlığını herkese hatırlatan bir vurguda bulunmuş oldu. “Herkese” derken, gerçekten “herkesi”; DEM Parti, Kürt siyaseti, Ekrem İmamoğlu, Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti, CHP ve ötesini
kastediyorum.
Demirtaş, kendine yerel seçimler ötesi bir Türkiye ve Kürt siyaseti tasavvuru çiziyor. Tavrı da; evet, her ne kadar 31 Mart’ın ötesine odaklı olsa da, öncelikle yerel seçimleri etkileyecek.
EKREM İMAMOĞLU’NUN OLDUĞU NOKTA…
Rawest Araştırma’nın anketinin sonuçları, DEM içinde olan bitenden bağımsız olarak zaten Başak Demirtaş’ın olası adaylığının neden gündeme geldiği ile ilgili ipuçlarını veriyor.
Rawest’in anketinde, ilk soru DEM Parti’nin İstanbul’da kendi adayını çıkarıp çıkarmaması gerektiği. Bu soruya, yüzde 69,6’lık bir çoğunluk “Evet, çıkarmalı” yanıtını veriyor. Bu soru, 14 Mayıs’ta DEM’in öncülü, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ne oy verenlere yöneltilmiş. Bu seçmenden oluşan örneklem, “Peki, DEM’e hangi aday” sorusunda sıralanan isimlerden en çok Başak Demirtaş (%34,3) ve Sırrı Süreyya Önder’e (%26,5) destek vermiş. Bu yanıtta “Demirtaş” etkisi/sihri var kuşkusuz. Ama, ilk sorunun yanıtı; yani %70’e yakın DEM’li tabanın “kendi adayımız” yanıtının ardında başka bir “mesele” var.
İstanbul’daki DEM’li taban; yani Kürtlerin önemli bir kısmı, kentin yönetimi değiştiğinde kendi hayatında bir şeyin değişmediğini, fark etmediğini düşünüyor. Ve bu nedenle de, “partisinin dediğine göre hareket edecek taban” varsayımı İstanbul’da tersine dönüp, “tabanına göre hareket etmek durumunda kalacak parti” denklemine dönüşmeye başlıyor.
Bu noktada, İmamoğlu’nun kriz yönetimi becerilerini kullanması ve Kürt seçmenin de kalplerine ve zihinlerine girecek yöntemleri hızla bulması, üretmesi gerekiyor.