Biliyor musunuz, Japonya’da idam mahkumlarına tarih verilmezmiş. Cezadan sonra herhangi bir gün kapı açılıp mahkûm infaza götürülürmüş. Başta ABD’nin kimi eyaletleri ve bazı ülkelerdeki uygulamalardaki gibi geri sayım söz konusu değilmiş yani. Okuduğum makalenin yalancısıyım. Japon kültürüne aykırı görünmediği için de inandım doğrusu. Ve zihnimin bir kenarına not ettim. Elbette günün birinde “böyle” bir süreçte “böyle” bir yazıya konu olacağını düşünmeden. Aklımın ucundan bile geçirmeden!
Yazıya ölüm -hatta en fenasından idam- ile başladım ya..
Ansızın patlak veren fırtına sonrasında yaşadıklarımı da o tema ile anlatmaya çalışacağım.
Savcılığa götürüldüğüm ve sonrasındaki günler kendi cenaze törenime katılmak gibiydi.
Ne çok sevenim, kardeşim, yoldaşım varmış. Ne çok kişi benim için üzülmüş.
★★★★
ÖLÜM teması ile girmeme bakıp da yazının hüzünlü, dertli bir yolculuktan dem vuracağını sanmayın. Tam aksine hayatıma zenginlikler katan bir serüvendi.
Evet, kendime biçtiğim tarihten önce oldu olanlar. Evet, bir aile haline geldiğimiz izleyicileri, “sesleri” olmaya çalıştığım cezaevindeki tanıdığım / hiç tanışmadığım dostları bırakıp gidemiyordum.
Ama nasılsa kısa bir süre sonra gelmeyecek miydi o gün? Meslekte 50’nci yıla yaklaşmışken o koşturmacaya daha ne kadar dayanabilirdim? Vites küçültmenin vakti gelmemiş miydi?
Kaldı ki bu mevsim normallerinde biz gazeteciler iki günden fazlasını öngörüp plan yapabiliyor muyduk? Bırakın planı, mesleğimizin gereklerini daha birkaç yıl önceki kadar yerine getirebiliyor muyduk?
ONU SÖYLEME.. BUNU KONUŞMA.. GİR İÇERİ.. ÇIK DIŞARI..
Diyeceğim, sürpriz değildi. Yaklaştığını toprağın kokusundan, havadaki elektrikten hissettiğiniz bir fırtınaydı!
Şaşırmadım. Sarsılmadım.
Üstelik, dedim ya, kendi cenaze törenime katılma fırsatı bulmaktan mutlu bile oldum.
O törenden birkaç kare aklımdan hiç çıkmayacak.
Canım oğlum Sinan’ın -o anda duymamışım ne yazık ki- “Arkandayım anne” diye seslenmesi…
Kendi mahpusluğunu unutup bana üzülen sevgili Çiğdem’in (Mater) cezaevinden ilettiği pusula…
Ve tabii telefonlar, telefonlar, mesajlar, sosyal medya paylaşımları, koşa koşa yanıma gelip sarılan genç meslektaşlarım - kanaldaşlarım..
★★★★
En azından bu yazıda kayıt düşmeliyim: Birkaç kez yanımda başkaları da varken geldi “o” telefon. “Buyurun sayın Cumhurbaşkanım” diye yanıtladım. Yanımdakilerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Nasıl yani, Erdoğan beni mi arıyordu!?
Tabii ki hayır! Arayan benim cumhurbaşkanım Ahmet Necdet Sezer’di. O malum gün olduğu gibi.
Mesajla yetinmeyip şahsen arayanlar arasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da vardı, pek çok milletvekili ve sanatçı da..
Yine birini kayıt düşmeliyim: Günün yorgunluğu, “bonus” olarak tam bir gün önce patlayan zonanın ağrıları.. Telefonu saat 21.00 gibi kapattım. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu aramış, ulaşamayınca mesaj atmış. Ertesi sabah ben de bir teşekkür mesajı attım. Buna rağmen bir daha aradı ve bu kez konuşabildik. Azıcık dertleştik.
Onun gibi “Gençliğim var” diyemiyorum kuşkusuz. Ama sağlığım ve mevsim normalleri elverdikçe ben de yürümeye devam edeceğim.
Bu “ilk” yazı, yürüyüşün ilk metreleri. Öyle kabul edin.
Sonrası mı!
Önce şu zonanın hesabını göreyim bir.. Sonrasını sonra paylaşırız.