Ali Nesin’in Matematik Köyü neden bizim de köyümüzdür?

.

Nesin Vakfı’na bağlı Matematik Köyü, 8 Mayıs gecesi, sosyal medya hesabından Ali Nesin’e ait bir mektup paylaştı. Mektubun tamamını okumak isteyenler buraya tıklayabilir.

Mektup özetle, Matematik Köyü’nün İsmailağa Cemaati tarafından taciz edildiğini, şimdi de Vakfın hesaplarına bloke konulduğunu anlatıyor.

Nesin Vakfı… İsmailağa Cemaati… Tablo buyken muhalif kesimlerin hakim çoğunluğunun Nesin Vakfı’na sahip çıkmasını bekleriz. Fakat öyle olmadı. Ali Nesin’in mektubuna sahip çıkanlar olmakla birlikte önemli bir çoğunluk Ali Bey’in geçmişte takındığı (belki de hâlâ devam ettiği) “yetmez ama evet” tavrından ötürü, mektuba lanetler yağdırdı. Gerçekten de Ali Nesin’in İslamcılara karşı beslediği pozitif duygular kimi kesimlerin asabını zorlayabilir. Fakat Nesin Vakfı’nın başındaydı işte. Beter olsunlardı, yiyecek ekmek, yatacak yer bulamasınlardı. Zaten ne geldiyse başımıza bu “yetmez ama evetçiler” yüzünden gelmemiş miydi?

Tarih, 2010 referandumunda “Hayır” oyu kullananların haklılığını ortaya koydu. Evet sonucu çıkmasını sağlayanlar Yetmez ama evetçiler miydi tartışılır ama yanı başımızda onlar vardı. Bizim mahallenin tipleriydi, kol mesafesinde onlar vardı.

Fakat bu haklılık duygusunun yarattığı gurur, Hayırcı kesimlerin apolitize olmasına da kapı araladı. Çünkü “Yetmez ama Evet” tavrı o kadar haksızdı ki, tarih bu haksızlığı öyle apaçık ortaya koymuştu ki, bu tavrın arkasında yatan analiz yeterince derinlikli eleştirilemedi. Yetmez ama evetçilere dönük eleştiriler geliştiren aydın kesimlerin yazdıkları da “Zaten rezil oldular” diye rağbet görmedi. Böylece yazılanlar da geniş halk kesimlerine tanıtılamadı. Tamam, hayırcılar haklıydı da yetmez ama evetçiler nasıl bu kadar yanılmıştı? Ülkenin eli kalem tutan, yazan çizen bir grup entelektüeli, nasıl olurdu da “Erdoğan gerçeğini” göremezdi?

Bu soruların cevabını verme zahmetine girmedik. Dolayısıyla, Türkiye’de bir takım aydınların “yetmez ama evet” tavrına ilişkin eleştirilerimiz gittikçe apolitikleşti. Olsa olsa hainlerdi, dışarıdan fonlanan bir kliğin maşalarıydı. Zaten Atatürkçü de değillerdi, olacak iş miydi? Bunları diyerek onları cehennem kuyumuza gönderdik. O hale geldi ki, yetmez ama evetçileri arada sırada hakaretle anmak mahallenin ritüeline dönüştü.

Halbuki, “yetmez ama evet” tavrında vücut bulan, İslamcıların iktidara gelişini demokrasiyi güçlendirecek bir gelişme sayan bu tavır önce anlaşılmayı, ardından esaslı bir eleştiriyi hak ediyor. Hak ediyor ifadesinin altını çizelim. Aksi halde, gururundan zerre ödün vermeyen hayırcı muhalif kesimler kendi payına özeleştiri veremiyorlar.

Özellikle 1980’den sonra ülkenin içinde düştüğü baskıcı rejim krizi nedeniyle ülkenin aydın kesimleri, Türkiye’nin temel sorunlarını tespit etmeye çabaladı. Nasıl bu hale düşülmüştü? Kimisi sorunu emperyalizmle kurulan bağımlılık ilişkisinde aradı, kimi kültürel, kimi sınıfsal analizler geliştirdi. Bir kısım aydın ise “Türkiye’de batı tipi bir demokrasi neden kurumsallaşamıyor” diye sordu. Demokrasisinin neden kurumsallaşmadığına ilişkin derinlemesine cevaplar aradı. Bu soruya cevap arayan gruplardan biri de 1980’den sonra Türkiye’de yeni yeni filizlenen liberaller oldu. Tartışmanın ana ekseni şu şekilde özetlenebilir;

Kurulu düzen ya da müesses nizamın merkezinde seküler azınlık, çevresinde ise Müslüman çoğunluk konumlanır. Devletin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel de bu konumlanıştır. Çünkü, azınlığın sistemin merkezinde konumlanması, çoğunluğun ise çevrede zorla tutulması demokratik bir rejimi akamete uğratacaktır. Böyle bir dengesizlik, TSK tarafından sürekli ayar verilmek zorunda kalınan bir demokrasi inşa edecektir. Bu nedenle, batıdaki örneklerine benzer bir “muhafazakar demokrat hükümet” demokrasi adına desteklenebilir.

Kabaca özetlediğim bu fikir Türkiye’ye 2017’de hayatını kaybeden sosyolog Şerif Mardin tarafından tanıtıldı. 1980’li yıllardan itibaren Mardin’in çizdiği bu “merkez-çevre” analizinin pek çok takipçisi oldu. Türkiye’de İslamcı kesimlerin demokrasi gibi derdi olmadığı için, hatta demokrasiyi günü geldiğinde inilmesi gereken bir tren olarak gördükleri için, Şerif Mardin’in takipçileri, 1980’li ve 90’lı yılları İslamcıları uzaktan gözleyerek değerlendirdi. Onların aradığı batıda gördüğümüz türden bir muhafazakar demokrasiydi. Bu süreçte bu çevrelerin entelektüel derinliğine Şerif Mardin külliyatı önemli bir referans oluşturdu. (Elbette sadece Şerif Mardin değil)

Fakat 2002’de iktidara gelen AKP, bu çevrelerle ilk kez sıkı ilişkiler kuran ve onlara arzu ettikleri muhafazakar demokrat hükümeti vadeden bir çizgi benimsedi. Burada Fettullahçıların ilişki ağının da etkisini hiçe saymamak gerekir. Hatta denebilir ki, Fettullahçılar tarafından aldatılabilen tek grup Yetmez Ama Evetçilerdi. Geri kalan İslamcılar Fettullahçıları yakından tanıyordu. Aynı anda çevrede konumlanan diğer toplumsal kesimlerden sayılan, Kürtlerle, Alevilerle dialog bu zemin üzerine yükseldi.

12 yıl geçti 2010 referandumunun ardından. 12 yıldır, merkez-çevre analizine dayanan bakış açısının esaslı bir eleştirisini yaygınlaştırmak yerine bu analizin sahiplerine hakaretler yağdırıyoruz. Onlara öfkeli olmakta haksız mıyız? Hayır, son derece haklıyız. Fakat bu apolitik haklılık hali, gururlanmamıza, konforlu bir alanın içinde kaybolmamıza neden oluyor.

Bu apolitik gururlu hal, politik derinliğimizi azaltıyor. Sonuçta ne mi oluyor? En çok Atatürk diyen, en çok bayrak, vatan, millet diyen, en çok emperyalizm, bağımsızlık diyen muteber hale geliyor. Bu kelimeler sıklıkla kullanılıyor ama Kemalist, cumhuriyetçi çevreler, 90’lı yıllarda katledilen aydınlarına benzer kalibrede entelektüeller çıkaramıyor. Keza Hayırcı sosyalist çevrelerde de tam bir bunalım hali var. Politik derinliğin yerini ajitasyon alıyor. Kapsamlı analizlerin yerine sloganlar geçiyor.

Tablo buyken, yetmez ama evetçiler de esaslı bir eleştiriyle karşılaşmadıkları için özeleştiri verme zahmetine girmiyorlar. Çünkü “Hayır mahallesinin” hakaretleri, yetmez ama evetçileri bir arada tutmaktan öte bir anlam taşımıyor. Aradan 12 yıl geçtikten sonra da “geçmişe mazi derler” tavrı hakim hale geliyor.

Halbuki bu seslerin arasında, yetmez ama evetçilerin merkez-çevre analizine esaslı eleştiriler geliştirenler de var. Beter olsunlar, yatacak yer, yiyecek ekmek bulamasınlar bedduaları arasında böyle eserleri bulup incelemenin önemli olduğunu düşünüyorum. Vakti ve ilgisi olanlar için Tekin Yayınevi’nden çıkan Tolga Gürakar ve Behlül Özkan’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni: Ordu, Sermaye, ABD ve İslamizasyon” kitabını herkese öneririm.

Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’la 2020’de yaptığım röportajı da buraya bırakıyorum. Bu röportajda benim de katıldığım şu ifadeleri kullanıyor Behlül Özkan;

“2002’den itibaren bu süreci desteklemiş ve merkez-çevre paradigması üzerinden söylem inşa etmiş, sol liberal çevreler, bence bu sürecin sonunun böyle olacağını bilmiyorlardı. Söylemlerini yanlış ve eksik analizler üzerine bina ettiler. Türkiye’nin geçmişini ve soğuk savaş dönemini bilmiyorlardı. Temel hatanın da burası olduğunu düşünüyorum. Kötü niyet aramıyorum açıkçası.”

Bu yazıyı yetmez ama evetçileri affedelim gibi bir niyetle yazmış değilim. Üstelik af ne demek? Sadece “Nesin Vakfı’na sahip çıkalım, Matematik Köyü hepimizin köyüdür” demek istedim.

Türkiye Haberleri