Murat Uyurkulak'ın yeni romanı raflarda okuyucularını bekilyor.
Tol, Har ve Bazuka. Hepsi ağır hikâyeler ve sağlam kitaplardı. Murat Uyurkulak tüm ötekilerin, düzen bozucu yazarı. Şimdi yine olmayacak kadar olağanüstü, gerçek kadar yakıcı hikâyelerin, sıkı bir kalemle yazılan Merhume’yi takdim etme zamanı.
Merhume kimdir ya da nedir?
Kesintisiz bir cümleyle, bir solukta ifade etmeye çalışayım: Merhume çocukluğunda hayata coşkuyla, mutlulukla, iyilikle, neşeyle bakarken, büyüdükçe erkek egemen dünya tarafından kuşatılan, kolu kanadı kırılan, içi dışına çıkarılan, şiddete, tacize, tecavüze maruz bırakılan, nihayet iyilikten umudunu kesip kötü olmaya ve hayattan hakkını aşağısındakileri eze eze almaya karar bozmuşken öleceğini öğrenen, ölmeden önce de kendisini sevdiklerini yoksulluktan kurtarmaya adayan biri.
Merhume’de “hafiye” yazarlığına girişmişsin. Neden ve nasıl?
Tam bir hafiye romanı, bir polisiye roman değil Merhume. Polisiyeye saygı duruşunda bulunan, aklı erdiğince, becerebildiğince polisiyenin imkânlarını kullanan, polisiyenin hızlı, dinamik temposuna yaslanmaya çalışan, ama esas olarak yukarıda sözünü ettiğim türden “yavaş bir ölümü” anlatan bir roman. Başkahramanın, “ağır ağır işlenen” bir cinayete kurban gittiği bir hikâye. Erkekliğin çarmıhına gerilenlerin hikâyesi.
Memlekette “hafiye”lik hikâye var mı sence? Yoksa daha çok cinai hikâyeler mi çıkar bu memleketten?
Gerçek hayat dâhilinde incelikle planlanmış cinayetlerden ziyade cinnetin, öfkeyle kalkıp aniden öldürmenin diyarı burası. Vaktiyle aramızda, “Türkiye kaliteli birkaç seri katil çıkardığında AB’ye üye olur” gibisinden kötü espriler yapardık. Metis Yayınları’nın çıkardığı “Kolici” diye gerçek bir seri katil hikâyesi hatırlıyorum bir tek. Ama devletimiz sağ olsun, geçmişte olduğu gibi bugün de seri katillik tekelini kimselere bırakmıyor. Gerçek hayatta “hafiyelik” diye tanımladığın hikâyelerin pek az olduğu, ama edebiyatta o hikâyelerin maharetle işlendiği de bir ülke öte yandan. Celil Oker, Mehmet Murat Somer, Ahmet Ümit, Algan Sezgintüredi gibi kuvvetli, lezzetli, şahane yazarlar çıkaran bir ülke.
Bu kitapta diğerlerinden farklı olarak önplanda olan kahraman bir kadın, diğer kitapların daha çok erkekler dünyasıydı.
Kitapta kadın kahramanın biraz daha ön planda olduğu doğru. Metnin dert ettiği mevzunun asıl taşıyıcısı o. Neticede “ölen”, yani kitaba ismini veren de o. Ama erkek egemen dünyanın temsilcileri, üreticileri mahiyetinde Alper Kenan ve Yusuf Sertoğlu’nun da önemli rolleri var. Alper Kenan, Pınar Selek’in tabiriyle, nasıl “sürüne sürüne erkek edildiğimizin” simgelerinden. Yusuf Sertoğlu ise o “erkeklik” halinin nasıl bir kötülüğe, kayıtsızlığa, riyakârlığa varabildiğinin tezahürü sayılabilir. Yani kadınları ölüme sürükleyen, öldürülmelerine yol açan hayat cehennemini, bu iki kahramanın hikâyeleriyle kuşatmayı, tamamlamayı murat ettim. Buna gayret ederken de diplomasi yapmamaya, taviz vermemeye, gerçek hayatın içerdiği soğukluğa, sertliğe, şiddete sadık kalmaya çalıştım.
Kadın kahraman olsa da, dilden hiç taviz vermemişsin, bu kadar küfürlü olması bir tür isyan mı, yani bütün “toplumsal edep ahlak” normlarına?
İşte bu sadık kalma çabasının bir parçasıydı küfrü, argoyu biraz gözü kara kullanma tercihi. Dikkat etmişsindir belki, diyaloglar da konuşma diliyle, harfler eksiltilerek, kelimeler yuvarlanarak yazıldı. Buna bir isyan diyebilir miyiz bilmiyorum, o kadar iddialı laflar edebilecek durumda değilim. Ama hep bir bıkkınlık, sinir hali, asap bozukluğu eşlik etti yazarken bana. Hele son iki-üç yılda bu hissiyatım daha da arttı. Yalancılığın, ikiyüzlülüğün, bencilliğin, rekabetin, sevgisizliğin, saygısızlığın hayatın bütün hücrelerine sirayet ettiği bir memlekette, bir dünyada üç-beş küfrün sözünü etmeye değmez. Milyonlarca insan cehennemden farksız hayatlar yaşarken ahlak boş laftan başka bir şey değil. Zenginlikten, lüksten, kibirden daha büyük bir ahlaksızlık bilmiyorum.
Ayrıca bu kitapta kara mizah ve fantastik öğeler daha yoğun, özel tercih mi?
Bir metin yazmak istiyor insan, bir hikâye anlatmak istiyor, o metne ve hikâyeye dair hisleri, sezgileri, merakları oluyor ve ilerledikçe mizah, fantazya, oyun gibi unsurlar yavaş yavaş kendisini dayatıyor, var oluyor, metne-hikâyeye sızıyor. Bir süre sonra o minvalde, o rotada ilerler hale geliyorsun. Klasik tabirle, niyet ettiğin hikâye bir yerden sonra kendi içeriğini ve üslubunu inşa etmeye başlıyor. Özel tercihler değil bunlar. Hele benim gibi hikâyeye başlarken sonunu bilmeyen, kestiremeyen, baştan belli bir kurguyla yazmayan, üstelik uzun sürelerde yazabilen biri için, yol alırken virajlar, geri dönüşler, vazgeçmeler söz konusu oluyor. Neticede bir yere bağlıyorsun, ne yaptığını veya yapmadığını-yapamadığını ise genellikle okurlardan, eleştirmenlerden, akademisyenlerden öğreniyorsun.
Kahramanların neredeyse hepsi, diğer kitaplarında da genellikle böyleydi, antikahraman. Okura antikahraman okutmak zor değil midir? Bu kitaptaki kahramanların sence özelliği nedir ve neden bu kitapta yer aldılar?
Merhume’dekiler sadece zalimlerden değil, ezilenlerden de, mazlumlardan da şiddet görenler. Sadece ezilmeyip yok sayılanlar, ucube gibi görülenler, hayatın en kenarında, dışında konumlanmak zorunda bırakılanlar. Katli münasip sayılanlar. Ölümleri normal addedilenler. O yüzden de hayatta kalma stratejilerini çok daha incelikli, detaylı, kuvvetli inşa etmeye, kurmaya mecbur olanlar. Hayat denkleminin bir parçası olmak için, görünür olmak için hayatını ortaya koyanlar. Yani kahraman olmak şöyle dursun, bence antikahraman bile olmayanlar. Bu kitapta yer alıyorlar, çünkü ben onların “kahraman” olduğu bir hikâye anlatmak istedim.
Kaybedenlerin dünyasında seni çeken şey nedir?
Birilerinin dünyasına “çekilmek” için o dünyanın dışında olmak lazım gelir. Ben kendimi kaybedenlerin dışında hiç saymadım, o dünyanın uzağında hiç olmadım ki oraya doğru çekileyim. 17 yaşında evden kaçıp çalışmaya başladığımdan beri şiddetin, sertliğin, itiş kakışın, küçük hesapların belirlediği, soğuk ışığını düşürdüğü, hararetli duyguların ve tepkilerin kavurduğu bir dünyada yaşadım. Müreffeh vakitlerim oldu elbet, şık mekânlarda gezindiğim, “mühim” insanlarla oturup kalktığım zamanlar. Ama her defasında paramı da enerjimi de ilişkilerimi de hunharca, şuursuzca tükettim ve gerisingeri o dünyaya döndüm. Hiç şikâyetçi değilim. Benim inim burası, “inim tatlı inim”.
Kitabın toplamına bakınca aslında üç kurgu görüyoruz. Yani anlatılan hikâye, yazanın ya da yazdıranın hikâyesi ve bu hikâye girişlerinden önceki ilgili bölümler. Üçlü kurguyla meramın neydi?
Anlattığı ağır mevzulara rağmen, tempolu, eğlenceli, dinamik bir yapısı olsun istedim kitabın. Bundan öncekilerde de yazmaya çalıştığım gibi olmasını niyet ettim. Hiç durmasın, gürültülü bir trenin geçip gitmesi gibi bir etki bıraksın istedim. Düz ilerleyen bir kurgu olmasın, beklenebilir, tahmin edilebilir ilerlemesin diye çalıştım. Becerebildiysem ne âlâ, beceremediysem affola...
Kitapta çokça edebiyatçı dünyası ve edebiyatçı egosu eleştirisi var. Sen bu dünya içinden değil misin, bu kadar eleştirinin sebebi nedir? Ayrıca birçok yaşayan için “merhum” denmesi de manidar.
Top çevirdiğimi düşünmeni istemem, ama şunu söylemek zorundayım: Zor ve şiddet dolu bir hayat yaşadıktan sonra kötü olmaya karar vermiş, edebiyatla ilgili bir mesai üzerinden kazanan olmaya ahdetmiş bir roman karakterinin düşüncelerini yazdım ben. Edebiyat ortamına dair benim düşüncelerimden ziyade, o ortamdan şikâyet eden insanlardan dinlediğim hikâyelerin bir derlemesiyle ortaya çıkan bir manzaraydı bu. Yoksa ben edebiyat ortamına, ona dair iddialı fikirler veya eleştiriler üretecek kadar yakın olamadım. İlle uzak durmalıyım diye düşündüğümden değil, hayatımın seyri ve muhtevası izin vermediğinden. Merhum meselesine gelirsek, bir kısmı gerçekten merhum. Henüz merhum olmayıp da merhum diye anılanların sebebi ise metnin belirsiz bir gelecekte geçmesiydi. Hikâyeyi istediğim gibi anlatabilmek için tarihsel referanslarından ana omurga itibarıyla arınmış, muğlaklaştırılmış bir zemine ihtiyaç duymamdı. “Merhumlaştırmanın” bu anlamda işime yarayacağını düşündüm.
“İnsanları sınamanın başka yolları da olabilirdi”
İkili soru, birincisi Tol’de de kahramanlardan biri Yusuf’tu, Merhume’de de Yusuf isimli bir kahraman var. Kitaplar arasında gönderme mi, devamlılık mı? Bir de Merhume’deki Yusuf ne kadar sensin ya da ne kadar değilsin?
Hem gönderme hem bir tür devamlılık gibi okunabilir. Yusuf biraz benim biraz değilim. Ben onun yaptıklarının hepsini yapmadım. O da muhtemelen benim yaptıklarımın hepsini yapmamıştır.
Merhume’de “Söyle bakalım meşhur edebiyat eleştirmeni ve müstakbel mevta Evren Tunga, başarılı bir edebiyat eseri nasıl olmalı” diye soruyorsun. Sence nasıl olmalı?
Keşke bilebilsem. Bilsem de tatbik edebilsem. Tatbik edip rahat rahat köşemde oturabilsem. Her kitap yayımladığımda bu kadar tedirgin ve gergin olmasam.
Ve kitaptan bir cümle ile bitirelim: “Dünyada sağlam, güzel ve tam olan ne varsa, malulen antiteziydik.” Neden?
Bunu bizi yaratana sormak lazım. Elbet vardır bir sebebi. Gerçi bilmek de istemem o sebebi, umurumda değil. İnsanları sınamanın başka, daha müşfik ve merhametli yolları da olabilirdi.
MERHUME
Murat Uyurkulak
April Yayıncılık
2016, 320 sayfa, 20 TL.