Lütfen Artık Saatlerinizi Kendiniz Ayarlar mısınız?

Aytun Aktan yazdı: Lütfen Artık Saatlerinizi Kendiniz Ayarlar mısınız?

Saatleri Ayarlama Enstitüsü dendiğinde ilk aklımıza gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanı, geçtiğimiz nisandan bu yana tiyatro sahnesine uyarlanmış bir metin olarak da karşımızda.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ilk olarak 1954 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika eder. Yani roman, kitap olarak sunulmadan önce gazetede bölümler halinde yayımlanır. Tanpınar tefrikadaki bölümleri kitap haline çevirirken final bölümünde bir tereddüt yaşar. Romanın anlamını temelden değiştirecek bir son için asistanına mektup yazar. Bu alternatif sonda, aslında tüm okuduklarımızın roman kahramanının hezeyanları olduğu bilgisi vardır. Ama yazar bu düşünceden cayar ve hepimizin okuduğu sonla, roman 1961 yılında Remzi Kitabevi’nden yayımlanır. Tanpınar’ın başka bir karasızlığı da bu romanı önce tiyatro oyunu olarak düşünmüş olmasıdır. Oyunun yönetmeni Serdar Biliş de bu roman bir tiyatro oyunu olsaydı nasıl olurdu diye düşünüp, uzun süre masa başı çalışması yapmış. Seyircisine alternatif son konusunda da ara ara göz kırpan bir yolculuk planlamış.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Kitap uyarlamalarının, filmde olduğu gibi tiyatroda da zihinlerde kurulan kişisel evrenleri ya da etkileri yakalaması oldukça risklidir. Okur olmakla, izleyen olmak arasındaki hayal duvarını, yönetmen yazardan aldığı ilhamla önce yıkar sonra kendi yorumuyla yeniden inşa eder. İşte bu, yönetmenler çağının, yazarın önüne geçtiği en yaratıcı sürecidir. Bu noktadan bakarsak sevilen bir romanın tiyatro için kurgulanması yönetmen bakımından kendini aşmayı gerektirecek bir süreç. Biraz bu noktalardan da Saatleri Ayarlama Enstitüsü oyununa bakalım isterim. Serkan Keskin’in baş/her rolü oynadığı, nerdeyse iki saatlik bir tiyatro oyununu okumaya hazırsanız başlayalım.

Yönetmen Serdar Biliş, Oyuncu Serkan Keskin

Saatleri Ayarlama Enstitüsü (SAE) dünyaya geldiğinde tarih 1950’lerin sonu altmışların başı. Yazar hayatında mesele ettiği konularda hiciv yeteneğini de kullanarak bir roman yazmış. Kurgu dünyasında yaratılan SAE’nün yetmiş yıl sonra başka isimlerde çok sayıda ve gereksiz, hayali işlerin/kurumların varlığının temsilcisi olacağını o günden düşünmek güç elbette. Ya da günümüzde batılılaşma tartışmalarının hala sürüyor olmasını yazar bugün yaşasa inanılmaz bulabilirdi. Ama burası Türkiye, o zamanın distopyası olanlar, maalesef günümüzün gerçekleri.

Tanpınar bir söyleşisinde şehir saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığı bir gün Hayri İrdal fikrinin doğduğunu ve o günden beri bu kişiden kurtulamadığını ve kurtulmak için bu romanı yazdığını ifade eder. Hayri İrdal bu hikâyenin taşıyıcısıdır. Kahraman mı anti kahraman mı olduğu konusu tartışmalı Hayri, çocukluğundan hikayelerle birlikte hayatında karşılaştığı birçok karakteri yanına alarak okuyucunun/seyircinin onu takip etmesini ister. Saatlere takıntılı Hayri’nin büyüdüğü evdeki Mübarek isimli alafranga saat ile hikâye başlar. İşte yazar batı/doğu, geleneksel ya da yeni ile olan tartışmayı buradan başlatır, metin boyunca da devam ettirir. Ana çatışma ise Hayri’nin sistem içinde olmayan/hayali bir hizmeti satabilen, işini bilen, her dönemde bir yolunu bulan, çalışmadan para kazanan halidir.

Serdar Biliş sahneleme tekniğinde sinema dilinden fazlasıyla faydalanmış. Anlatıya hizmet ettiği için çok söylenmeyeceğim ama tiyatro seyircisine hibrid bir prodüksiyon seyretmeye el sıkışarak salona girmesini tavsiye ederim. Sinemamsı bir tiyatro izlemek mi, biraz daha teatral bir dokunuş mu isterdim? Bu benim kişisel tercihimde kalsın.

Tercih hibrid bir oyundan yana kullanılınca teknik masa asla aksamamalı. Deneyimli bir sahne amiri ve profesyonel sahne arkası ekip bu işin olmazsa olmazlarından. Yani sahnede tek oyuncu görseniz de öncesinde ve aynı anda çok sayıda tiyatro çalışanının emeğini seyrediyor olacaksınız. Hemen ekleyeyim ki ekip bunu başarmış. Ek olarak sahnesinin teknolojik imkanları ve alt yapısı da iyi olmak zorunda. Neden mi bundan bahsediyorum? Çünkü tüm bunlar sağlam bir bütçe demek ve artmış maliyet eşittir yüksek bilet fiyatı demek. Hazırlıklı olun.

Tek kişilik oyun tercihleri maliyet sebebiyle olur dediğimiz yerde ters köşe bir işle karşı karşıyayız. Madem para önemli değildi şöyle kalabalık oyuncu kadrosuyla sahne şenlenseydi, seyirciler olarak biz de tiyatroyu tek kişilik oyunlardan ibaret algılamaktan biraz olsun uzaklaşsaydık, iyi olmaz mıydı? Bu arzumu cebime koyup tabi ki yönetmenin tercihine saygı duyarak yazıma devam ediyorum.

Tek oyuncunun çok fazla karaktere hayat vermesi bir tarafıyla metnin epizotik anlatımına, benlik arayışına ve parçalanıp, yitimine hizmet ediyor. Kameraya fazlasıyla alışık, sinema filmleri ve dizilerde görmeye aşina olduğumuz ve yıllardır tiyatro sahnelerinde olan Serkan Keskin, hiçbir tiplemeyi kendine giymemiş, hemen her rolün hakkını vermiş bir oyuncu olduğu için böyle bir oyunu omuzlayacak en yerinde oyuncu tercihi olmuş. Keskin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde 20’den fazla rol kişisine hem sahnede hem sinema tadındaki ekranda hayat veriyor.

Oyunun künyesinde bir görüntü yönetmeni var, Ahmet Sesigürgil. Evet tiyatroda alışkın olmadığımız bir detay. Çünkü biz tiyatro sahnesinde onlarca Serkan Keskin seyredebilelim diye sinematografik olarak ciddi bir ön çalışma yapılmış. Senaryo, çekimler, kurgu, post prodüksiyon ve oyun anında doğru akışların sağlanması gibi.

Olanların bir bölümünü sahnede asılı duran dev elipsoid bir ekrandan izliyoruz. Saat camı ya da ayna diyebileceğiniz bu tasarımla, üç boyut hissi veren ekranda oyun boyunca birçok Serkan Keskin görüyoruz. Akışta Keskin sanki ekrandan çıkıp sahnede devam ediyor konuşmaya. Arada ekran görüntüsü bulanıyor, anlıyoruz ki zihinsel ya da hayali anlar yaşanıyor ve tekrar başka bir mekânda, olayda buluyoruz kendimizi. Anlatmadan geçemeyeceğim bir sahne var ki seyircideki zaman ve mekân algılarını tamamen kırıyor. Daha önce çekimleri tamamlanmış ekrandaki Serkan Keskin ile sahnedeki kanlı canlı Serkan Keskin masa tenisi oynuyorlar. Çok estetik bu dokunuş hedefini buluyor.

Sahne ve dekor tasarımı Gamze Kuş’a ait. Saatin dişlilerini andıran, saat yönünde ya da tersine dönerek değişen sahne dekoru hem metne hizmet ediyor hem de oyunu kesintiye uğratmadan raylı bir sistemle değişimleri sağlıyor. Oyuncunun perukla, bıyıkla, ceketle, mimikle değişen karakterleri de seyirciyi bölmüyor. Ama oyunu takip etmekten biraz uzaklaşıp, zihniniz başka şeylere kayarsa aradan kaçıracağınız hikayeler olabileceğini unutmayın.

Dikkatli seyirciler için akrep ve yelkovan gibi çalışan ve yedek oyuncu diyebileceğimiz diğer enstrüman, yani ışık tasarımı oldukça başarılı. Cem Yılmazer’in tasarımında bir kez daha metni tamamlayan, atmosfer yaratan başarılı bir iş seyrediyoruz.

Müzikler Tuluğ Tırpan’a ait. Oyuna özel bestelenmiş. Ama ne olursa olsun zaman ilerledikçe rejideki el birliğiyle oluşturulmuş bu incelikler sürprizini yitiriyor ve tekrara düşmekten kendini kurtaramıyor. Oyuncunun tüm becerisine rağmen bu tuzak aşılamamış oluyor.

Kitapta da bölümler halinde sunulan hikâye oyunda da aynı yolla anlatılıyor. Ama sona yaklaşırken böyle bir enstitünün faydasızlığı ve çöküşü ile Hayri İrdal’ın benliğinin kayboluşu arasındaki bağlantı iyi korunamadığı için metnin ana çatışması, anlamı biraz boşa düşüyor.

Oyundan sonra kulağımda çınlamaya devam eden bir diyalogda Doktor Ramiz, Hayri İrdal’a “Psikanaliz çıktığından beri hepimiz biraz hastayız.” diyor. Ah be Tanpınar, 1950’lerden bize değen cümlelerinle çok yaşa.

Elbette ki alkışı hakkeden, titiz bir çalışma ile rolünün hakkını veren Serkan Keskin ve tüm ekibe çıktıkları yolculukta bol seyirci diliyorum. Oyunun yapımcılığını Saatler Kolektif’in yaptığını da şuracığa not düşeyim.

Son olarak değişen seyirci profilini de tekrar hatırlayalım mı? Bilet okutma kuyruğundayım ve arkamdaki arkadaş grubundan biri diğerine diyor ki ‘‘Oyunun adı neydi ya?’’ Ben kitabı okuyalı çok oldu, bakalım tuzaklara düşecek miyim, bir şeyleri kaçıracak mıyım diye endişe ederken, bir sosyal faaliyet olarak maça değil de tiyatroya gelen, ünlü birini seyredecek olmanın heyecanında olan ya da uyuklayan seyirciye değil elbette bunca kelam.

Batılı olmakla hala barışamamış ama batılı yaşamayı çok seven, kafası karışık toplumumuza bir kez daha saatlerini ayarlamak için kendilerinden başka kimseye ihtiyaçları olmadığını hatırlatır, iyi seyirler dilerim.

Kültür Sanat Haberleri