“Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?” diye bir soruya muhtemelen çoğumuz aynı cevabı veririz: “Eğitim sistemi”
Pagan dünyada Tanrıların gönlünü hoş etmek için kurban edilen çocuklar maalesef günümüzde cari düzenin gönlünü hoş tutmak adına bu bedeli canlarıyla değil istikballeriyle ödüyorlar.
20 milyona yakın öğrenci ve 1 milyon üzerinde öğretmenin bulunduğu ilk ve ortaöğretim kurumları eğitim sistemi son 20 yılda tam 17 kez değiştirildi. Milli Eğitim Bakanlığı’nda da 6 kere görev değişikliği yaşandı. Siyasal erkte öyle köklü bir değişim yaşanmamış olmasına rağmen, neden eğitim sisteminin bir türlü rayına oturtulamadığını adeta yazboz tahtasına çevrildiğini anlamak zor.
Bu süreçte eğitim sisteminde yapılan değişiklikleri takip etmenin ne kadar güçleştiğini anlamanız için sadece son 20 yıldaki belli başlı düzenlemelere şöyle bir bakmanız yeterli:
2000’lerden beri yapılan LGS, 2005’te kaldırıldı. Yerine, ilköğretim öğrencilerinin tek bir sınava tabi tutulduğu OKS getirildi. 2007’de ise OKS kaldırılarak yerine SBS getirildi. Bu yeni sistemde 6,7 ve 8. sınıf öğrencileri sınıf sonunda 3 ayrı sınava girecekti. 2009’da SBS sınavı sadece 8. sınıflara uygulanmaya başladı.
(Fotoğraf: Dr. Altar Kaplan)
2010 yılında üniversiteye giriş sınavı olan ÖSS kaldırıldı. Yerine iki aşamalı bir sınav sistemi getirildi. Üniversite adayları önce YGS sınavına giriyor, barajı geçenler ise LYS’ye girmeye hak kazanıyordu.
2012’de LYS’de yerleştirme puanı hesaplama yöntemi değiştirildi. Okulların başarısının da etkili olduğu Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı (AOBP) yerine kişisel başarının önemli olduğu Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) getirildi.
2012-2013’te aşamalı olarak SBS kaldırılmaya başlandı. 2013-1024’te TEOG sınavına geçildi. Bu yeni sistemde öğrenciler 6 temel dersten, her dönem birer tane olmak üzere, 12 ayrı merkezi sınava girdi ve 8. sınıf öğrencilerinin eğitim döneminde girmek zorunda olduğu yazılılardan biri merkezi olarak yapıldı. 2017’de TEOG kaldırıldı yerine Liselere Geçiş Sistemi (LGS) geldi.
2017’de YGS ve LYS kaldırılarak yerine Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) getirildi. Bu sistemde öğrenciler, sabah ilk basamak olan Temel Yeterlilik Testi’ne (TYT) giriyor. Sınav sonucu belli olmadan öğleden sonra Alan Yeterlilik Testleri’ne (AYT) giriyorlardı.
2000’lerde okullarda zorunlu hale gelen bitişik eğik el yazısı modelinin 2017’de kaldırılması, dershanelerin kapatılması gibi detaylara girilirse bu listenin sonu gelmez. Sistemde yapılan bu değişiklikler bir yana, Evrim Teorisi’nin Biyoloji dersinden, İsmet İnönü’nün 2. Dünya Savaşı konusundan çıkarılması, Geometri dersinin kaldırılması, Felsefe dersinin ünite sayısının azaltılması gibi müfredattaki değişiklikleri takip etmekse daha da zor.
Aynı benim kaleme alırken bunaldığım gibi eminin siz de bu kadar kısa aralıklarla eğitim sisteminde yapılan tüm bu değişiklikleri okurken sıkılmışsınızdır. O nedenle daha fazla detaya girmeden şunu ifade etmekle yetineyim: Ne yapılırsa yapılsın bakandan bakana, Yükseköğretim Kurumu başkanından başkanına değişen eğitimde sil-baştan mantığı bir türlü dikiş tutmadı. (Araştırma raporlarına göre çocukların yüzde 37’si matematikte, yüzde 26’sı okumada, yüzde 25’i fende temel becerilere dahi sahip değil.) Akademik olarak; Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın (PISSA) yaptığı sınavlarda, Türkiye hep alt sıralarda yer almaya devam etti. (İlkokul ve ortaokulda haftada 5 saat matematik dersi verilmesine rağmen 2022 LGS’ye giren yaklaşık 85 bin öğrenci bir soruyu dahi doğru yanıtlayamıyor. 2022 Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) Temel Yeterlilik Testi’nde (TYT) tek bir neti olmayan aday sayısı yaklaşık 97 bin.) Bu göstergelerle eğitim sistemimizde kaynakların verimli kullanılabildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Maalesef Türkiye’de eğitim sistemi bağlamında okul, bilgi vermenin yanı sıra yaşam becerisi kazandıran en önemli kurum olmaktan çıkarak, sınavlara giriş için gerekli olan belgenin alınacağı bir binaya dönüştü. Çoğu uzmanın da belirttiği gibi soru sormaktan ziyade cevaplamaya yönelik sınav anlayışı tüm eğitim sistemini esir aldı. Oysa geçmişin öğrencisi, nasıl cevap vereceğini bilmek zorundayken, şimdi ve geleceğin öğrencisi ise, nasıl soru sorması gerektiğini bilmek zorunda. (Mesela yapay zekâ uygulamalarının kullanım şeklini bir düşünün.) Anayasa’mızda hüküm altına alındığı şekliyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan her çocuğun eşit eğitim hakkı olsa da bu sınavlarda en başarılı öğrenciler giderek artan bir ivmeyle sosyo-ekonomik olarak avantajlı olan ailelerin çocukları olmaya devam etti. (Örneğin mevcut eğitim sisteminin 13 yaşındaki oğluma, neredeyse 40 yıl önce bana tanıdığı imkânları tanımadığını acıyla gözlemlemekteyim. Ben oğlumun yaşındayken dershane, özel ders gibi desteklere ihtiyaç duymadan zamanın en iyi liselerinden birinde okuma şansı elde etmiş ve onun yaşındayken en basitinden İngilizce seviyem şimdi onun olduğu seviyeden daha iyi bir noktadaydı. Üstelik bana bu imkânı bir devlet okulu sağlamıştı.)
Henüz lise hazırlığa giden oğlum şimdiden lise sonda okulda vakit kaybetmemek ve üniversite sınavına hazırlanabilmek için kaydını açık liseye almayı düşünüyor çünkü okulun üniversite sınavına yönelik katkısına şüpheyle bakıyor. Açıkçası bu düşüncesini doğru bulmasam da okuyacağı üniversitenin işsizliğini ertelemek için bir yola dönüşmemesi adına ona bir şey diyemiyorum.
Neden öğrenci başına yapılan eğitim harcamaları, bırakın gelişmiş ülkeleri OECD ortalamasının yarısından daha azken, hane halkının yüklendiği eğitim maliyeti OECD ortalamasından iki kat fazla? Toplum olarak eğitimde niceliği değil niteliği talep etseydik eğitim sistemi bu halde olur muydu? Okullar arası altyapı ve imkân farklılıklarının giderilmesi ve her çocuğun hak ettiği nitelikli eğitimi alabilmesi için özel eğitim kurumlarının varlığının tekrar sorgulanması gerekmez mi?
Tüm bu sorular üzerine düşünmeden önce sanırım şu soruya bir cevap bulmak gerekiyor: Adaletli bir toplum oluşturmadan eğitimde fırsat eşitliği sağlanır mı, eğitimde fırsat eşitliği sağlanmadıkça adaletli bir toplum oluşturabilmek mümkün mü?