Biz kurbanların kurbanlarıyız!..
Ortadoğu’da nasıl bir atmosferin hüküm sürdüğü konusunda müthiş bir cehalet egemen. Arapların hiçbir zaman birleşik bir enformasyon politikaları olmadı. ABD’deki Araplar, kendilerinden çok daha güçlü, çok daha varlıklı ve daha iyi örgütlenmiş olan Yahudi azınlığa kıyasla küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı.
Araplara terörist ve fanatikler gözüyle bakılıyor. Sıradan halkın gözünde İslamiyet, şiddete meyyal bir din. Elbette son birkaç yılda meydana gelen olaylar bu izlenimi pekiştiren bir etki yapıyor. Bu konuda bir izahat çabasına girmenize de hiçbir şekilde müsaade edilmiyor. Islami terörizmin müstakil bir örnek olduğunu kanıtlamayı amaçlayan bu olağandışı kampanyaya balıklama atlayan Christopher Hitchens, Michael Ignatieff ve Michael Walzer gibi eski solcular da bizi bu noktaya zorluyorlar. Onlara kalsa, ‘terörizm İslamiyet’in özünden gelen bir şey.
“İslam-faşizmi.” Propagandaları bu doğrultuda. Buna bağlı olarak, muhalefet etmek ve akılcı bir tartışmaya girmek de fiilen engellenmiş oluyor. Medyada bu saçma iddiaları çürütmeye yönelik herhangi bir izi mumla arasanız bulamazsınız. Sonra da sahne, Clinton yönetiminin eski Ortadoğu banş görüşmecilerinden Dennis Ross gibilerine kalıyor. Ross, makamına gelmeden ve daha sonra oradan ayrılmadan önce İsrail lobisinin maaşlı mensuplarmdandı. Televizyondaki programlardan birine çıkıp, Arapların İsraillilerin yaptığı harika önerilerin hepsini birer birer geri çevirdikleri masalını okudu. İsrail, barışı seven bir devlettir, dedi.
Hal böyle olunca suçlu rolü Araplara düşüyordu. ‘Onlar’, dünyanın yok etmemiz gereken kısmında yer alıyorlar. Özellikle 11 Eylül’den sonra anlaşılabilir bir şekilde yaygınlaşan öfke ve kızgınlık seline kapılan medya, fiilen yapılması gerekenin bu olduğunu vaaz ediyor.
Dünyada 280 milyon Arabın, 1.3 milyar Müslümanın yaşadığı ve bu insanların hepsinin aynı tornadan çıkmamış olup, hepsinin de terörist olmadığı gerçeği tamamen bir tarafa bırakılmış halde. Bazı zamanlar kendinizi birdenbire, bütün İslam dünyasının yanlış yaptığından dem vuran Bernard Lewis gibi seçkin oryantalistlerin incileriyle pekiştirilen bu soyutlamalar ve genellemeler dünyasında buluveriyorsunuz. Öyle ki, sanki Lewis bir ana okuluna girmiş de, kötü davranışlar sergiliyor olup ıslah edilmesi gereken çocuklardan bahsediyor. Dolayısıyla, ABD’nin çıkarlarını ilgilendiren meselelerde akılcı tartışmalar yapılması ihtimal dahilinde bile değil. Böyle bir yola tevessül ederseniz hemen anti-Semitizmle suçlanıyorsunuz. Zaten çoğunlukla bu bakış açısıyla herhangi bir zeminde tartışmaya girecek vakti ve zemini bulmanız mümkün olmuyor. Halk arasında o kadar yaygın bir atalet hakim ki, Ortadoğu’nun terörist kaynayan, bizi öldürmek isteyen kişilerle dolu olan uzaktaki bir ülke olduğunu varsaymak onlara yetiyor. Oysa bu, çoğu kişinin gün geçtikçe biraz daha fazla savaşa, yıkıma ve anti-Amerikancılığa sürüklenmesini hızlandıran bir etken.
"Kalem ve Kılıç" başlıklı eserinde yazdığı sunuş yazısında Ekbal Ahmed, “Filistinlilerin talihsizliği tarihte ender rastlanan bir düşman, fiilen uzun dönemler boyunca acılar çekip zulümler görmüş bir halk tarafından eziliyor olması, ” demişti.
Sık sık vurguladığım üzere, biz kurbanların kurbanlarıyız. İsrail, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Holokost’un akabinde kuruldu. Siyonist hareket yola 1890’larda çıkmıştı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de Filistin’de yerleşimler olduğu göze çarpıyordu. Hatta, Filistin’e manda düzeni getiren Ingilizlere karşı bir Yahudi terörizminden bahsedilebilirdi. Şimdi bunların hepsi unutuldu. İnsanların -bir dereceye kadar doğru olarak- hatırladıkları, sadece Avrupa Yahudileri ve onların savaşın ertesinde gidecek bir yurtlarının bulunmadığı. Onları Avrupalılar istemedi, Amerikalılar da istemediler. Bence de bu yüzden, onları Filistin’e götüren ve süreç içinde bütün bir halkın yurtlarından kovulup mülklerinin ellerinden alınmasının müsebbibi durumuna sokan Ben-Gurion gibi Siyonistlerin ellerinde oyuncak oldular.
Filistin boş bir ülke değildi. Orada yaşayan bir halk vardı; bu insanların 800 bini 1948’de yurtlarından edildiler. İsrail askeri arşivlerine baktığımızda şimdi bu bilgilere rahatlıkla ulaşabiliyoruz. İsrail son elli dört yıldır, Avrupa’da Yahudilerin başına gelen felaketin AvrupalIlar, Hıristiyanlar ve Amerikalılarda doğurduğu suçluluk duygusundan muazzam derecede faydalanıyor. Ne yazık ki Yahudilerin yaşadığı felaketin bedelini Filistinliler ödüyor. Bize her zaman Yahudi-karşıtı gözüyle bakıyorlar. Bizim dünyanın en güçlü askeri kuruluşlardan birine karşı fiilen bir şey yapmamız mümkün değilken, Yahudi çocuklarını öldürmekten kaçındığımızı dünya görmüyor mu? Onlara göreyse Filistinlileri öldürmekte bir
sorun yok, çünkü onlar Nazi geleneğini devam ettiriyorlar. İsrail başbakanı Begin, 1982’de orduları Lübnan’ı işgal ettiğinde bunu açık bir dille ortaya koydu.
Bir de ahlâki yükümlülükten bahsetmek lazım. Almanya’ya bakalım. Holokost bir Alman fenomeni olduğu için bu bağlamda Almanya’nın çok güç bir durumda olduğunu hepimiz biliyoruz. Almanya’nın İsrail’le ilişkisi son derece hassas. Yine de cesaret, hem Almanya’nın hem de İngiltere’nin (Filistin trajedisinin mimarları olan bu ülkelerin) kendi omuzlarına düşen sorumluluğu kabullenmelerini gerektiriyor. Almanlar Holokost’u işlediklerinde ve İngiltere Filistin’i Siyonistlere bıraktığında, Filistinliler adına büyük bir trajedinin kapısını açtılar. Burası, tartışma götürmeyecek kadar tehlikeli bir mayın sahası. Dolayısıyla, en azından bana göre, bu işin içinden sıyrılmak Filistin’in safında ahlâki bir tutum almayı gerektirmekte. İçimizden birçoğumuz, Avrupa’nın Yahudilere yaptıklarından dolayı kestiği faturayı niçin bizim ödememiz gerektiğini soruyoruz. Tarihsel olarak bakıldığında, Arap ve İslam ülkelerindeki Yahudilerin hayatı Hıristiyan ülkelerine kıyasla çok daha rahattı. Ortadoğu’nun her tarafında yaşamış olan Yahudi topluluklarının köklü bir geçmişi vardır ve Hıristiyanlığın ilk ortaya çıkış dönemlerine kadar uzanır. Yahudiler Irak, Yemen ve Mısır gibi ülkelerde topluluklar halinde yaşıyorlardı.
Bu ülkelerde ‘Filistin’e gidelim de bir Yahudi devleti kuralım’ yönünde somut ve kayda değer bir hareket yoktu. Kendilerini Ortadoğu’daki ırklar ve dinler havuzunun bir parçası sayıyorlardı.
Fakat artık Ortadoğu, mitolojik temellerde ırk saflığı arayan bir bölge haline gelmiştir. İsrail bu yüzden, devletin Yahudi karakterini korumak adına Filistinlilerle savaşmakta ve onlan çoluk çocuk demeden öldürmektedir. Benim kanımca mümkün olan tek çözüm, bu toprakların artık yan yana yaşayan iki halkın ülkesi olduğunu kabullenmektir. Zaten umut bağlanabilecek tek yol da, iki halkın ,eşit koşullarda birarada varlığını sürdürmesi ve ikisinden birinin diğerine tabi ya da ondan daha alt statüde olmamasıdır. Ama dediğim gibi, Yahudilerin Batı’nın vicdanı üzerindeki ağırlıkları o kadar etkili sonuçlar doğuruyor ki, Filistinliler açısından kendi haklarımız adına, mülklerimizin elimizden alındığını ve yerimizden yurdumuzdan edildiğimizi ortaya koyarak bu iddiaların karşısına dikilmek gerçekten çok zor.
Oysa fiilen yaşanan süreç tam da bundan ibaret. Zaman içinde giderek daha çok sayıda insan, İsrail’in eylemlerinin sık sık Holokost’a atıfta bulunarak mazur gösterilemeyeceğini kavrama noktasına geldi. Doğru, İsrail bağımsız bir devlet. Ama hâlâ daha, dünyada sınırlarını kesin biçimde ilan etmemiş olan tek devlet. Halen geçerli olan, ateşkes sınırlan. İsrail açıkça, genişleme, daha fazla miktarda toprak alma ve daha çok insanı yurdanndan kovma hakkını elinde tutmak istiyor. İşte bu emellerin Holokost’la yakından uzaktan bir alakası yok. En tehlikelisi bu; bir de, bu tür Mesihçi bir şevk içinde olunması. Bu yolun çok kan dökülmesine hizmet edeceği gün gibi ortada. Fakat bunun bir tür intihar politikası olduğunu idrak eden İsraillilerin sayısı da az değil. İsrailliler Filistinlilere nasıl davranırlarsa davransınlar (onları ister öldürsünler, isterse topraklarından sürsünler), yine de Arap devletlerince kuşatılıyor olma halinden kurtulamayacaklar. Arap televizyonlarında, hatta dünya televizyonlarında her gün gösterilen vahşet sahnelerinden sonra Araplann düşmanlığı gün gün keskinleşiyor, İsrailliler, karşı tarafta kuşaklar boyunca silinmeyecek ölçüde hınç ve nefret birikmesine sebep oluyorlar. Uzun görüşlü bir politikaları yok. ABD’nin kendilerini ebediyen destekleyemeyeceğinin, dünyanın geri kalanının kendilerinin uluslararası hukuku ve BM kararlarını sürgit çiğnemelerine göz yumamayacağının da bilincindeler. Bir gün gelecek, bütün bu yaptıklarının faturası önlerine konacak.
Edward Said
Kültür ve Direniş