Fazıl Say, Türkiye’de ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak'tan ceza alırken Fransa’da Laiklik ve Cumhuriyet Ödülü’ne değer görülüyor.
Fazıl Say... Dünyanın alkışladığı, ülkesinin yıprattığı bir sanatçı. Türkiye’de ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak'tan ceza alırken Fransa’da Laiklik ve Cumhuriyet Ödülü’ne değer görülüyor. Memleketin bin parçaya ayrılmış insanları, tarafını onu överek ya da ona söverek belli ediyor.
Hak etmediği bir yükün gönülsüz taşıyıcısı o. Ne var ki karakteri o yükü hafifçe kenara bırakmaya uygun değil. Boşver diyemiyor, her söyleneni ciddiye alıyor.
Koşulları gereği yalnız bir adam. Ömrü konserlerde, yollarda, otel odalarında geçiyor. Ona söylenen her söz, o yalnız dünyada yankılanıyor.
Altı yıl önce Milliyet Pazar için yaptığımız söyleşide hayatını şöyle anlatıyordu:
“Sabah 5’te uçağa bin, bir şehre gel, oteline git, bir restoranda tek başına yemek ye, akşamüstü prova yap. Orada iki adam olur, biri akortçu, biri ışıkçı. Adlarını bilmezsin, dört kelime ya konuşursun ya konuşmazsın. Saat 8’de konsere çıkıyorsun. Kendinle kendin arasında bir konser o. Sonunda alkışlanıyorsun. Ve gece 11’de akşam yemeğine yine yalnız oturuyorsun. Alışveriş halinde olduğun, konsere gelen, CD’leri dinleyen 1-2 milyon kişi var. Ama gerçek hayatta geriye iki kişi kalıyor: Ben ve kızım”.
Yalnız ama karamsar değil
Havaalanlarında tuttuğu notlardan oluşan kitabı Uçak Notları’nda ise “Hoparlörle verilen buyrukları aynen yerine getiriyorum” diye anlatıyordu; “Şunlar ve şunlar yasak, anladık. Yapmam gerekeni belki bin kere söylediler: ‘Kemerleri bağlayın!’ Bağlıyorum... Zincire vurulmuş gibiyim!”
O zincirleri ancak sosyal medyada, bir anlamda boşuğa konuşarak kırıyor. Jürgen Otten’ın kaleme aldığı biyografisinde, Dortmund Konser Binası’nın müdürü Benedikt Stampa, “iPhone nesli sanatçılarında bir tuhaflık var” diye özetliyordu durumu, “Bir yandan inanılmaz bir iletişim ağı içerisinde yaşıyorlar, öte yandan yapayalnızlar”.
Yalnız ama karamsar değil.
Önünde engel çok ama kaçmıyor.
Çünkü o mücadeleyi seviyor, mücadele de onu. İlk günden beri... 1970 yılında, Ankara’da Gürgün- Ahmet Say çiftinin tek çocuğu olarak doğduğunda başladı mücadelesi. Dudakdamak yarığı denen illetten mustaripti. Henüz bir buçuk yaşındayken ameliyat oldu ve hayatına bu izle devam etti. Ama bu talihsizlik, geleceğin anahtarını taşıyordu elinde. Dudak kaslarının güçlenmesi için bir melodika alındı. Mozart’ın bir piyano sonatını melodikayla tekrar ettiğinde iki yaşındaydı. Mithat Fenmen ile piyano derslerine başladığında dört yaşını doldurmamıştı henüz.
Fenmen tek kuruş almadığı öğrencisini tamamen özgür bırakıyor; bu küçücük çocuğun gün boyunca gördüklerini piyano tuşlarına dokunarak anlatmasını istiyordu. Bulutların arasından parlayıveren güneş, karşıdan karşıya geçen bir adam, bahçede gördüğü bir kedi yavrusu... Hepsini müzikle anlatıyordu Fazıl. Onun ‘üstün yetenekli’ bir çocuk olduğunu herkes biliyordu, kendisi hariç... Mithat Fenmen bu bilginin ona yarardan çok zarar getireceğini düşünüyordu çünkü.
Annesiyle babası o çok küçükken boşandı ve 1970’lerin Ankara’sında boşanmış bir çiftin çocuğu olmak pek de sık rastlanan bir durum değildi. Baba Ahmet Say edebiyata ve müziğe düşkün, müzik kuramı kitapları, hatta üç ciltlik bir müzik ansiklopedisi kaleme almış bir entelektüeldi. Anne Gürgün Say ise bilimle haşır neşir, zamanını eczanesinde geçirmeyi tercih eden biri... Ayrılığın sonunda Fazıl babasıyla Ankara’da kalmış, annesi İstanbul’a yerleşmişti.
İlk konserini verdiğinde yedi yaşındaydı, baba gibi sevdiği Mithat Fenmen’i kaybettiğinde ise 12. O yıl kazandığı sınavla özel statüde öğrenci olarak Ankara Devlet Konservatuarı’na girdi. Artık Kamuran Gündemir ile çalışıyordu. Sabah yedide konservatuvardaki piyanonun başında oluyor, Gündemir’in art arda içtiği sigaralar eşliğinde deliler gibi çalışıyordu.
1986 yılında Ankara’yı ziyaret eden Alman besteci Aribert Reimann ve ABD’li David Levine’nin karşısında piyanonun başına oturduğunda, bu anın hayatının dönüm noktası olduğunu bilmiyordu. Brahms’ın Paganini Çeşitlemeleri yorumu, onu henüz 17’sindeyken Düsseldorf’taki Robert Schumann Akademisi öğrencisi yaptı. Bu sırada ilk eseri Siyah İlahiler’i tamamlamıştı bile.
İnsanlar hızı sever. Hızlı demek başarılı demektir. Doğru. Ama aynı zamanda yorgun da demektir. Fazıl Say’ın bir konserine gittiğinizde sahneye çıkışını seyredin. Yorgun görünür. Uzun zamandır taşıdığı yükü görürsünüz omuzlarında. Çaldıkça hafiflemeye başlar sonra. Tuşlara her dokunuşunda biraz daha enerji dolar. Belki de o nedenle kimselere benzemez üslubu. Hem keder hem öfke görürsünüz onda, belli ki uzun zamandır heybesindedir ikisi de.
Yaptığımız söyleşide “18 yaşında büyük bir kriz geçirmiştim” diye anlatmıştı. “Bir de 36 yaşında geçirdim. İnsanın dönemleri bence 18’er yıllık. İlk 18 büyüme, 18-36 arası kişiliği bulma, 36-54 arası üretim, 54-72 arası olgunluk ve felsefe. Ben 1’den 2’ye, 2’den 3’e geçerken büyük krizler yaşadım. Kişilik bulma en zoruydu. Sadece kişiliğini değil, evrendeki yerini de bulmak zorundasın. Adım adım bir yere geleceksin, bunu da kendin yaratacaksın”.
Klasik müzik kahramanlar arar
Dediği gibi yaptı, geldiği yeri kendi yarattı. Arayarak, risk alarak... “Mükemmel çalmanın kolay, derin çalmanın zor” olduğunu bilerek.
Schumann Akademisi’nde geçirdiği beş yıl boyunca başarılıydı, pırıltılıydı. Ama bu onun için yeterli değildi. Fazıl Say’ın biyografisini kaleme alan Jürgen Otten’ın dediği gibi “Klasik müzik kahramanlar arıyordu, diplomalar değil”. Düsseldorf’un tanıdık ve bu nedenle konforlu ortamını terk edip Berlin’e gitti. İmkânlar sunan bir şehirdi Berlin, zaman zaman “Türkiye’de piyano var mı?” diye soranlarla karşılaşsa da memnundu hayatından. Yine de hayatı boyunca peşini bırakmayan o soru uğuldayıp duruyordu kulaklarında: “Ya sonra?” Cevap ancak soru soranlara gelir. Say, kazananın ABD sahnelerinde konser vereceği Genç Konser Sanatçıları Uluslararası Seçmeleri’ne başvurdu. 30 dakika süre verilmişti, beş dakikada indi sahneden. Kazanan oydu. Sonrası aylar süren turne, New York’ta kurulan yeni bir yaşam ve evlilik. 2004 yılına kadar evli kalacağı Gülyar Balcı viyolonsel sanatçısıydı.
2000 yılı ise yepyeni bir eşikti hayatında, kızı Kumru doğdu. Ertesi yıl ise ABD’de yaşayan herkes gibi onları da derinden sarsan bir olay oldu: 11 Eylül’de iki uçak İkiz Kuleler’e çarptı. Kumru, Türkiye’de büyüyecekti. Bu karar sonunda İstanbul’a doğru yola çıktılar.
Aynı yıl Kültür Bakanlığı’nın siparişi üzerine Nazım Hikmet’in şiirlerinden esinlenerek Nâzım Oratoryosu’nu bestelemiş, eser dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de katılımıyla Ankara’da ilk kez seslendirilmişti.
Fazıl Say’ın devletle, devletin de Fazıl Say ile çatışmasına iki yıl vardı.
Bile bile gol yemek
Sivas katliamının 10. yılında tamamladı Metin Altıok Ağıtı’nı. Çocukluğunun figürlerinden, baba dostu Altıok ve Madımak Oteli’nde ölenlerin anısına 37 metronom vuruşuyla sona eren oratoryonun prömiyeri, İstanbul Festivali kapsamında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda yapılacaktı.
İktidara geleli henüz bir yıl bile olmamış AKP’nin Kültür Bakanı Erkan Mumcu, eserin final bölümünde yer alan, Can Dündar’ın Sivas Belgeseli’ne ait Madımak görüntülerinin ve müziğin çıkarılmasını, aksi takdirde bakanlığa bağlı Devlet Çoksesli Korosu’nu programdan çekeceğini söyledi.
Devletin itiraz ettiği bölümde katilini fısıldıyordu Metin Altıok:
“Heybesinde yılan işaretleri/ baldıran zehri yüzüğünün içinde/ ve yanında kav taşıyan ben/ tekinsizim size göre/ ibret için yakılması gereken...”
Bölüm çıkarıldı, Fazıl Say o konsere çıktı. Gerekçesini ise Milliyet gazetesine verdiği söyleşide Derya Sazak’a açıkladı:
“Sahneye çıktığım için 5-4 yenildim, sahneye çıkmasaydım 8-0 yenilmiş olurdum. Korodan vazgeçseydim eserin yüzde 90’ı giderdi. Koroyla, orkestrayla Türkiye’de müzik yapamayacak mıyız? Sansürlü mü dolaşacağız!”
5-4, 8-0 bir metafordu elbette; ama bir yandan da 2000’li yılların hak mücadelesinin ilk işaretleriydi. Hükmen mağlup sayılmamak için bile bile gol yemeye razı olanların ülkesi olacaktı Türkiye.
Fazıl Say da 2007 yılında Süddeutsche Zeitung’a verdiği söyleşide ‘Yeni Türkiye’den memnuniyetsizliğini dile getiriyordu:
“Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum”.
Başka bir ülkede yaşasak, ‘devlet büyükleri’ bunu mesele eder, onu geri kazanmaya çalışırlardı belki. Yaşadığımız ülkede doğup insanlığın büyük bahçesine katkıda bulunmuş nadir değerden birinin rüyalarını öldürenin ne olduğunu bulmaya çalışırlardı.
Ama başka bir ülkede yaşamıyoruz. Burası Türkiye.
Orantısız çatışmanın tarafı
2012, Say’ın müzikal takvimine İstanbul Müzik Festivali için özel olarak hazırladığı Mezopotamya Senfonisi’nin prömiyer tarihi olarak yazıldı. hayat takviminde ise Twitter’a yazdıklarından ötürü hakkında dava açılan yıl olarak işlendi.
Ömer Hayyam’dan alıntılayarak “Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her müminine iki huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir?”
‘Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığı’ suçlamasıyla yargılandığı davada 10 ay hapis cezası aldı. Ceza, beş yıllık denetimli serbestlik şartıyla geri bırakıldı.
“Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum” sözü gibi bu sözleri de söylemese olurdu. 2014 ise Antalya belediye başkanlığına AKP’li Menderes Türel’in seçilmesinin ardından Fazıl Say’ın Antalya Piyano Festivali’nin sanat yönetmenliğinden istifa ettiği yıl oldu. Ardından Nâzım Oratoryosu Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nın programından çıkarıldı. Devlet, Fazıl Say’a sırtını döndüğünü bulduğu her fırsatta hatırlatıyordu. Bu şekilde orantısız bir çatışmanın tarafı oldu Fazıl Say. Yüzünü Batı’ya dönenlerin bir bayrak gibi taşıdıkları, muhafazakârların bir şer simgesi olarak kınadıkları bir taraf... Hiç gereği yokken.
Ona sakin olmasını önerenler haksız değil. Ama olağanüstü yetenekleri olan bir insanın hayata sıradan gözlüklerle bakmasını beklemek de pek adil değil. Bizden geleceğe kim kalacağını kimin unutulup gideceğini, Fazıl Say’ın adının menzilini tarih bilgisine sahip herkes biliyor. İnsan yine de adaleti tarihten değil bugünden bekliyor.
Cumhuriyet