2010 yılından bugüne en çok tartışılan konulardan biri ‘Yetmez ama evet’ kampanyası oldu. “Yetmez ama evet”, kendini Marksist olarak tanımlayanlardan özgürlükçü, muhafazakâr, demokrat olarak tanımlayanlara kadar geniş bir yelpazede akademi, edebiyat, kültür sanat dünyasından birçok yazar, düşünür ve sanatçının toplumsal kesimleri seçimlerde “evet” oyu kullanmaya ikna etmek için kullandıkları slogandı.
Bu kampanyaya destek verenler temelde; antidemokratik, otoriter, tek bir kimliği dayatan devlet anlayışı ve faşist 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma adına eksiklikleri de olsa iktidarın, 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’nun desteklenmesi gerektiğini ifade etmişlerdi. (İtiraf etmeliyim ki ben de bu kampanyanın hararetli destekçilerinden biriydim ki bu kampanyanın karşıtlarından olan ve benimle bu konuda devamlı tartışan mahalle bakkalının siyaseten benden daha öngörülü olduğunu çok sonraları anladım ve Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı romanını hatırladım…)
(Fotoğraf: Dr. Altar Kaplan)
Kadınların, emekçilerin, gençlerin az; akrabaların çok, seçimden sonra oluşacak meclis aritmetiğini hayal etmenin güç olduğu milletvekili aday listeleriyle yine bir seçime doğru giderken tekrar o günlerle birlikte Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tarafından anlatılan “Ölümden kaçan adam,” hikâyesi aklıma geldi. Şöyle ki:
Bir gün adamın biri, kuşluk vaktinde Hazreti Süleyman’ın kapısını çalmış. Tasa ve kaygıdan yüzü sararmış ve dudakları morarmış.
Hazreti Süleyman ona bakarak sormuş: Sana ne oldu, betin benzin atmış, harap ve perişan olmuşsun?
Adamcağız cevap vermiş: Sormayın efendim. Bugün köşe başımda Azrail’e rast geldim. Bana öyle bir bakış attı ki, ödüm koptu.
Hz. Süleyman: Peki, buna karşın benden ne istiyorsan hemen iste, demiş.
Adam yalvarırcasına: Ey canları koruyan Sultan! Rüzgâra emret de beni uzakların uzağı Hindistan’a götürsün de bıraksın... Belki bu sayede ondan kurtulabilirim.
Hz. Süleyman, Hindistan’a gitmek isteyen bu adamın arzusunu yerine getirmiş, rüzgâra emretmiş, o da adamı aldığı gibi bir lahzada Hindistan’ın en ücra köşesindeki bir adaya bırakmış. Adam, Azrail’den yakayı kurtardığını sanarak sevinmiş...
Ertesi günü Hz. Süleyman’ın mutat divanı kurulmuş ve halkı kabul edeceği zaman gelmiş. Azrail’de o gün divandaymış.
Hz. Süleyman ona bakarak: Ey Allah’ın meleği, niçin o adamın ödünü koparan hışımlı bakışla baktın, bunun sebebini bana anlat?
Azrail şöyle cevap vermiş: Benim ona bakışımda zerre kadar hışım yoktu. O vehme kapılarak yanlış anladı. Ben ona yol ağzında rastlamış, onu görünce hayret etmiştim. Çünkü Cenab-ı Hakk bana Hindistan’ın ücra bir köşesine gidip onun canını almamı emir buyurmuştu. Onu burada görünce şaşırdım... Bu adamın bir değil, yüz kanadı olsa da, aynı gün buradan kalkıp yine Hindistan’a gidemezdi. Vadesi dolmadan zor yetişip, canını alabildim...
Bu hikâyedeki ölümden kaçan adam gibi “Yetmez ama evet” kampanyasının, kendim dâhil savunucularının, umduklarını bulduklarını söylemek zor. İnce göremediklerinden zamanla inceleşip cılızlaştılar. Nitekim sonraları bu slogan bazı çevrelerce “kullanışlı aptallık” olarak tanımlanmaya başlandı.
Bugün de o gün olduğu gibi George Bernard Shaw’un dini inanışa dair; “Hiç kimse İncil’in söylediğini kastettiğine inanmaz. Herkes İncil’in kendisinin kastettiği şeyi söylediğine inanır,” sözü misali ekseriyet kendi inandığı şekilde canhıraş halde sempatizanı oldukları partilere sarılırken ne parti programlarının ne de seçim beyannamelerinin gerçekten kendilerinin taleplerini içerip içermediğine bakmaktansa yankı odalarını büyütmeye çalışıyorlar.
Zamanın “Yetmez ama evet”çilerinin Mevlânâ’nın “Ölümden kaçan adam”, hikâyesindeki adam misali bir şeyden kurtulmaya çalışırken aslında kurtulmak istedikleri şeyin kollarına düşmeleri o günden bugüne siyaseten, künyelerinin aksine ince göremeyenlerin kurumsallaştırdığı bitmeyen bir dejavu olabilir mi?