Dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı için bestelediği, sözleri Ayten Mutlu’ya ait “100. Yıl Marşı”nı sosyal medya hesaplarında paylaşması üzerine son birkaç gündür gündemin ilk sıralarını işgal ediyor.
Her ne kadar bir filmi, bir romanı, bir müziği hatta bir yemeği beğenip beğenmemek için illaki yazar, yönetmen, müzisyen ya da aşçı olmak gerekmediği gibi bir eseri eleştirmek için illa o konuda otorite sahibi olmak gerekmediğine (Nitekim milyonlarca insan tarafından ezbere söylenen marşları, türküleri halk, müzik eğitimi aldığı için sahiplenmiyor, beğendiği için dağarcığına katıyor.) inansam da zaten çoğu insan tarafından dillendirilen benzeri düşünceleri bir kere daha tekrar etmektense sadece bu marşın bana neyi çağrıştırdığını söylemekle yetineceğim…
Fakat öncelikle medyada bu marş üzerine dönen tartışmalara kısaca bir değinmem gerekiyor.
Temelde eleştiriler eserin prozodi sorunları, yani ritim ve mana bakımından sözlerin ve müziğin birbiriyle uyumlu olmadığı üzerinde yoğunlaştı. Kimi uzmanlar marşı müzikal yönden kalifiye bulmamalarının yanı sıra senfoni orkestrasının, dev koronun bile zevahiri zor kurtarabildiğinden dem vurarak halen bu devirde militarizmden, rap rap uygun adım marş marştan medet umar bir yaklaşımı basit, sığ, antipatik olarak nitelendirdiler. (La La La La… Şimşek!)
Sanatçının isminin ağırlığı karşısında büyük beklenti içine girerek; 10. Yıl Marşı, Sakarya Marşı, Harbiye Marşı, 1.Mayıs Marşı gibi önceki zamanlarda yazılmış marşların coşkusunu en azından Mecidiye Marşı’nın tınısını bekleyenler aradıklarını bulamayınca bu marşı, kör gözüm parmağına mesajlar veren, durumdan vazife çıkarma maksatlı bir çalışma olarak tanımlayıp, “nerenin, hangi cumhuriyetin yüzüncü yılının marşı olduğu bile belli değil,” diyerek eleştirmeye başladılar.
Diğer taraftan, “El âlem önümüzdeki yüzyılda Mars !a gitmeyi planlarken, yapay zekâ programlarıyla teknolojiyi başka bir seviyeye çıkarmaya çalışırken toplum olarak, marş devrinin çoktan kapandığının farkına varamadığımızdan, yeni bir yüzyılın eşiğinde önceki yüzyılda kalan alışkanlıklara halen bu denli önem atfederek tabiri caizse hala kazma kürekle uğraşıyoruz,” diyenler de oldu.
Millet olma duygusu aşınmış, temel kavramlar üzerinde bile mutabık olunamayan, neredeyse her konuda polarize olmuş, geleceğe yönelik umutları örselenmiş bir toplumda iyi bir marş yazılamayacağını, dolayısıyla kim yaparsa yapsın 100. Yıl Marşı’nın maalesef son 50 yılda bir arpa boyu yol gidemediğimiz için 50. Yıl Marşı ile aynı kaderi paylaşacağını, toplum tarafından sahiplenilmeyerek unutulup gideceğini iddia edenler de 10. Yıl Marşı’yla birlikte daha ziyade İstiklâl Marşı’nın şairini ve yazılma sürecini bu savlarına örnek gösterdiler.
Bilindiği üzere İstiklâl Marşı’nı yazdıktan bir süre sonra “Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” diyen Mehmet Akif, bu eser karşılığı kendisine takdim edilen para ödülünü kabul etmemekle kalmamış aynı zamanda bu marşı, tüm şiirlerini topladığı “Safahat” isimli kitabına da “İstiklal Marşı’nı milletime hediye ettim,” diyerek dâhil etmemişti…
Fazıl Say’ın “100. Yıl Marşı”na ilişkin yoğun eleştirilere arada cılız itirazlar olsa da dinleyicilerin ekseriyetinin görüşü; “Koreografiden, orkestradan, verilen emekten etkilenmemek mümkün değil ama marşın, günümüz duygu durumunu ve geleceğe yönelik beklentileri, umutları yansıtmaması bir yana 100. yaşına giren Cumhuriyet'in ne dünü ne bugünü ile bir bağlantısı yok; ruhsuz olması da işin cabası,” minvalindeydi. Nihayetinde sosyal medyada çokça paylaşılan ve bu yazının da başlığı olan, “Allah Bu Millete Bir Daha 100.Yıl Marşı Yazdırsın,” cümlesi de Mehmet Akif’in bu yazının epigrafı olan sözüne yapılan nüktedan bir göndermeyle tüm bu eleştirileri özetlemiş gibi oldu...
Fazıl Say eserine gelen tüm bu eleştirilere: “Kimseye bu marşı sevin demedik, söyleyin demedik, hatta dinleyin bile demedik, ne haddime?” demekle yetinmeyip kinayeli olarak müphem düşmanlarını hedef alarak nokta koymaya çalışmış olsa da doğrusu pek tatminkâr olamadı…
İstenilirse ilanihaye üzerine tartışılabilecek Fazıl Say’ın “100. Yıl Marşı” bana Neyzen Tevfik’in bir şiirini hatırlatmaktan başka bir işe yaramadı, ne yalan söyleyeyim indimde tek karşılığı da bu oldu:
Neyzen Tevfik bir gün Beşiktaş’ta yürürken meydandaki Barbaros Hayrettin Paşa heykeline rastlar. Anıtın kaidesinde bulunan Yahya Kemal Beyatlı’nın denizlerin efendisi Barbaros Hayrettin Paşa’ya yazdığı şiir dikkatini çeker.
“Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?
Barbaros belki donanmayla seferden geliyor.
Adalardan mı? Tunus’tan mı? Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda dolanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor.
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?”
Anıta daha bir yaklaşınca Barbaros Hayrettin Paşa figürünün tam arkasında sivri bir köşe ile sonuçlanan soyut bir kütle görür. Üzerinde Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” şiirinden alınmış dizeler yer almaktadır.
O zamanlar, Yahya Kemal’in bir şiirinde bir kelime için yıllar boyu ilham beklediği ve bu nedenle o şiiri yazdığı kâğıdı devamlı cebinde taşıdığı çokça dillendirilir. Tabi bu rivayet bazı kimselerce son derece matah bir şeymiş gibi (maalesef ilham meselesi bu yazının sınırlarını aşıyor…) anlatıldığından olacak ki ilham bekleme durumunu zihinsel kabızlık olarak düşünen Neyzen Tevfik, o her zamanki keskin üslubuyla hiciv türünde bir dörtlük kaleme alır.
“Edebi bilgini Hayrettin Kaptan
Beş asır önceden biliyor gibi.
Ikına ıkına yazdığın şiire
Barbaros kıçını siliyor gibi.”