CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, kaleme aldığı yazıda, "Cumhuriyeti kuranlar umutsuzluğa teslim olmadı. Bizlerin de umutsuzluğa kapılma hakkı yok. İkinci yüzyıla giderken Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandıracağız ve Cumhuriyetimiz gerçek anlamda kimsesizlerin kimsesi olacaktır." dedi.
Kılıçdaroğlu'nun yazısının bir bölümü şöyle:
İLERLEMENİN VE KURTULUŞUN ANASI HÜRRİYET
Bir kez daha tarihe dönelim: Atatürk, Şam’daki görevi sırasında kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni Selanik’te de örgütlemek için 1906 yılında gizlice kente gelir. Arkadaşlarıyla yaptığı toplantıda özetle şunları söyler: “…Millet baskıcı ve zorba yönetim altında yok oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir…”
Attığı adımdan emin ve başarısız olması halinde doğacak sonuçlardan da korkmayan bir Mustafa Kemal görüyoruz bu sözlerde; özgürlüğe tutkun, vatanı kurtarabileceğine inanan genç bir subay. 1906’da Selanik’te arkadaşlarıyla birlikte “Memlekete hürriyet getirme” yemini eden Mustafa Kemal, aradan geçen 12 yıl boyunca, aralarında Çanakkale’nin de olduğu cephe savaşlarında onlarca başarı kazandı. 1918’de ikinci kez İskenderun, Halep ve çevresinde konuşlanmış olan 7. Ordu’nun komutanlığına getirildi.
Bu görev sürecinde de İngilizlerin öncülüğündeki kuvvetler karşısında önemli başarılar kazandı. Örneğin, 26-27 Ekim 1918’de İngiliz ve Arap ordularını Halep’in kuzeyinde durdurdu; bu başarı, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki son başarısı olarak tarihe geçti. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan bir gün sonra ise Adana’ya gelerek Alman General Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devraldı.
Bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyete verilen “kimsesizlerin kimsesi olma” görevinden ne anlamalıyız? Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ağır buhranda, bu görevin anlamı sadece iktisadi midir?
Lord Kinross, “Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı eserinde, bu devir - teslim toplantısına ilişkin şunlar yazmaktadır: “Alman ve Türk subaylarının ayrılış toplantısında bir Alman generali geçmişteki silah arkadaşlıklarını öven konuşmasını ‘Yenildik’ diye bitirdi. ‘Bizim için her şey bitti artık.’ Mustafa Kemal ise demecine ‘Savaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ancak bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız şimdi başlıyor’ diye son verdi.”
Mustafa Kemal, bu sözlerinin doğrultusunda işgal kuvvetleriyle birlikte Mondros Ateşkes Antlaşması’na onay vermiş payitahta ve İstanbul hükümetine karşı da yürüteceği mücadelenin temellerini Adana’da atmaya başladı. “Ateşkes anlaşmasının, bölgeyle ilgili maddelerine itiraz etmesi, mücadeleyi sürdürme isteği, işgal kuvvetlerine karşı bölge halkından oluşan bir direniş hareketi başlatma çabası ve diğer uygulamaları”
İstiklal Savaşımızın ilk hamleleridir. Dolayısıyla hamlelerini sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi birikiminin ve geleceğe yönelik kararlılığının yansımaları olarak değerlendirmek gerekir.
TEK ADAM REJİMİNE EN KARARLI İTİRAZ
Bu nedenledir ki Adana’da yaptıklarının sarayda yarattığı rahatsızlık nedeniyle Mustafa Kemal İstanbul’a geri çağrıldı. Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’u işgal etmeye başladığı 13 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Haydarpaşa’daydı.
Yüz binlerce vatan evladını kaybeden, yüz binlercesini gazi kılan bir imparatorluk, tek bir adamın onayıyla işgal edilmektedir. Millet yoksul ve yorgun durumdadır. Ülkeyi savaşa sürükleyenler yurtdışına kaçmış, saray ve İstanbul hükümeti tahtını korumak adına işgal kuvvetlerinin emellerine teslim olmuş; ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştır. O dönemin tek adam rejimine karşı en kararlı itiraz ise sadece Mustafa Kemal ve kısa süre içinde Milli Mücadele’nin içinde yer alacak bir avuç arkadaşından gelmekteydi.
Kendisini karşılayan arkadaşlarıyla beraber bir istimbotla Karaköy’e geçerken işgal kuvvetleri donanmasına bakarak “Geldikleri gibi giderler!” dedi. Bu söz sadece işgal kuvvetleri için değil, işgale göz yumanlar için de söylenmiş bir söz olarak, tarihteki yerini aldı.
Dolayısıyla 1906’da Selanik’te arkadaşlarıyla birlikte aldığı “Memlekete hürriyet getirme” kararı, 12 yıl sonra bir Alman subayına hitaben verdiği “Ancak bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız şimdi başlıyor” yanıtı ve “Geldikleri gibi giderler!” sözü, Mustafa Kemal’in Anadolu’yu nereye ve nasıl taşıyacağının ipuçlarıdır. Mustafa Kemal, Anadolu’yu hürriyete yani Cumhuriyete taşıyacak ve bunu egemenliğin mutlak sahibi olması gerektiğine inandığı milletin kendisiyle yapacaktı.
YENİDEN KİMSESİZLERİN KİMSESİ OLMAK
1906’dan 1918’e, oradan da 29 Ekim 1923’e kadar geçen süreçte yaşananlar ışığında yazımın bu bölümünde, yukarıdaki sorumu yenilemek istiyorum: “Peki, bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyete verilen ‘Kimsesizlerin kimsesi olma’ görevinden ne anlamalıyız? Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ağır buhranda, bu görevin anlamı sadece iktisadi midir?” Bu sorunun kesin ve net bir yanıtı vardır; elbette hayır.
Bugüne gelirsek… Üzülerek ifade etmek isterim ki, Cumhuriyetimiz, bugün kendisini “kimsesiz” olarak görenlerin “kimsesi” olmayı tam olarak yerine getirememektedir. Yoksulluğu yenmeyi değil, yönetmeyi amaç edinmiş bir siyasi anlayış tarafından adeta rehin alınmış bir Cumhuriyetle karşı karşıyayız.
Bize düşen görev ise ikinci yüzyılına yaklaşan Cumhuriyetimizi, yaşamın hangi alanında olursa olsun, kendisini kimsesiz hisseden herkesin “kimsesi” kılmaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyete verdiği “kimsesizlerin kimsesi olma” görevi ve her yaştan gence verdiği Cumhuriyeti “yüceltme ve devam ettirme” sorumluluğunun gereği budur.
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETE AİT OLMALI
Cumhuriyet, işsizlerin “kimsesi” olmak zorundadır. Eğer işsizlik bütün kötülüklerin anasıysa ki öyledir, Cumhuriyet işsizliği yenmek zorundadır. Cumhuriyet, her dört gencinden birinin işsiz olmasına kayıtsız kalmamalı, gençlerine iş bulamıyorsa devlet bizzat kendisi iş vermelidir.
Cumhuriyet, liyakate dayalı bir istihdam politikasını yaşama geçirerek, kayırmacılık nedeniyle kamuda çalışma fırsatına kavuşamayan, hak ettiği terfi alamayan, hak ettiği atamadan mahrum kalanların “kimsesi” olmak zorundadır. Cumhuriyet, şiddet mağduru kadınların “kimsesi” olmak zorundadır. Kadına yönelik bireysel ve toplumsal şiddeti sonlandırmak anayasal bir sorumluluktur. Cumhuriyet, bu sorumluluğunu eksiksiz yerine getirmek zorundadır.
Cumhuriyet, adalet arayanların “kimsesi” olmak zorundadır. Cumhuriyet için önemli olması gereken hukukun mutlak üstünlüğü, adalet dağıtacak olan yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığıdır. Bu sağlandığında şeriatın kestiği parmak acımaz, aksi zulüm olur. Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu temel ilkesine dayanmak zorundadır. Bütün anayasalarda bu ilke olmakla birlikte maalesef bu temel ilkeden uzaklaşılmıştır.
Cumhuriyetimiz, bugün kendisini “kimsesiz” olarak görenlerin “kimsesi” olmayı tam olarak yerine getirememektedir. Yoksulluğu yenmeyi değil, yönetmeyi amaç edinmiş bir siyasi anlayış tarafından adeta rehin alınmış bir Cumhuriyetle karşı karşıyayız.
Seçim barajı nedeniyle millet iradesinin önemli bir bölümü, TBMM’de temsil edilememektedir. Cumhuriyet, siyasi iradesini TBMM’ye yansıtamayanların “kimsesi” olmak zorundadır. Seçim barajı kaldırılmalı ve adil bir seçim yasası uygulamaya konulmalıdır.
Cumhuriyet, öğretmenlerden, akademisyenlerden “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirmesini ister. Oysa günümüzde, başta eğitimciler olmak üzere binlerce insan, sadece siyasi iktidarı eleştirdikleri için dahi terörist olmakla suçlanmakta, mahkûm edilmektedir.
Cumhuriyet, ifadelerinden ve düşüncelerinden dolayı mağdur olmuş herkesin “kimsesi” olmak zorundadır. Bu bağlamda Cumhuriyet, düşünceyi ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olmak zorundadır.
Cumhuriyet, kamu ihalelerinde yandaş uygulamaların mağduru olmuş iş insanlarının “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, kamu ihalelerinde şeffaflığı sağlamalı, kamu harcamalarında savurganlığı önlemelidir.
Cumhuriyet, hesap vermekten kaçanlara karşı, hesap vermekten, denetlenmekten kaçınmayanların, hesap sormaktan korkmayanların “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, etnik, dinsel ve mezhepsel bir körlükle kurulmuştur. Dolayısıyla kimseye, etnik kökeni, dini ve vicdani inanışı, mezhepsel farklılıkları nedeniyle ayrımcılık yapılamaz, aynı gerekçelerle ayrıcalıkta bulunulamaz.
Cumhuriyet, etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa uğradığını düşünen herkesin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, efendilikten uzaklaştırılan köylümüzün “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyetin kuruluşunda köylülerimizin her türden fedakârlıkları vardır. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk köylüsü milletin efendisi olarak kabul edilir. Oysa bugün çiftçilerimiz açlığa mahkûm edilmiş, tarlalarından koparılmıştır.
HUZUR İÇİNDE YAŞAYACAĞIMIZ BİR TÜRKİYE...
Cumhuriyet, savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin, iktisadi zaferlerle taçlandırılmasının en önemli dayanağıdır. Ancak kalıcı iktisadi zaferleri sağlayacak olan katma değeri yüksek ürün üretme hedefinden büyük bir hızla uzaklaşılmıştır. Uzun yıllar beton ekonomisine dayalı modelin geldiği nokta ağır bir ekonomik buhrandır.
Cumhuriyet, en kısa sürede ihracat odaklı ve katma değeri yüksek üretimi hedefleyen ancak istedikleri desteği alamayan sanayicimizin, üreticimizin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, adil bir vergi politikası ve gelir dağılımındaki eşitsizliğini giderici diğer politikalarla dar gelirlinin, emekçinin, alın terinin karşılığını alamayanların “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, açlık sınırının altında aylık alan milyonlarca emeklinin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, taşeron işçilerin, kahveci esnafının, kuryelerin, apartman görevlilerinin, sağlık emekçilerinin, güvenlik güçlerinin, şehit ve gazilerin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, tek bir çocuğunu dahi yatağa aç sokuyorsa Cumhuriyet olma vasfını kaybetmiş demektir.
Cumhuriyet, yatağa aç giren çocuğun, çocuğu yatağa aç giren annenin ve babanın “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, özgürce üretmek ve özgürce sergilemek, sahnelemek isteyen tüm sanatçıların, yazarların, yayınevlerinin, sinemacıların, gazetecilerin, düşün insanlarının, doğa ve hayvan hakları savunucularının “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, yeniden mazlum milletlerin “kimsesi” olmak zorundadır.
Özetle Cumhuriyet, hep birlikte huzur içinde yaşayacağımız bir Türkiye’nin inşa edilmesidir. Kimsenin kendisini sahipsiz hissetmediği Türkiye’yi inşa ettiğimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözüne anlam kazandırmış oluruz. Bu yıl Cumhuriyetin ilanının 97. yılını kutlayacağız.
Cumhuriyetin 100. yılına sadece üç yılımız kalmış olacak. Unutulmasın ki Cumhuriyet, demokrasiye yürekten bağlı Atatürk ve arkadaşları tarafından kuruldu. Bize düşen, Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaktır. Ben hiç şüphe duymuyorum ki, milletimiz ilk seçimlerde tercihini, 100. yılında Cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmaktan yana kullanacaktır. Böylelikle çok kısa bir süre içinde geniş bir toplumsal mutabakatla hazırlanmış, darbe hukukundan arındırılmış, her türlü vesayetten uzak; cumhurbaşkanının mutlak tarafsızlığını, kuvvetler ayrılığı ilkesini esas alan yeni bir anayasaya kavuşacağız.
Cumhuriyet, tam anlamıyla ve eksiksiz olarak, kendisini geçmişte kimsesiz hisseden herkesin “kimsesi” olacak. Son bir söz olarak yeniden anımsayalım: “Tifodan kırılan şehirler, sakinleri hastalığa mahkûm olmuş kasabalar, nesli kesilmiş köyler vardı; şehitlerimizin üzerlerinde akbabalar dolaşıyordu; 400 bin asker hastalıktan ölmüştü; ordudaki sıtma vakası yüzde 40 seviyesindeydi” ancak Cumhuriyeti ilan etmeye hazırlanan Meclis, Anadolu’ya en kısa sürede doktor göndermenin de arayışı içindeydi.
O zor koşullarda Cumhuriyeti kuranlar hiçbir zaman umutsuzluğa teslim olmadı. Bizlerin de umutsuzluğa kapılma hakkı yok. Cumhuriyetimizin 97. yaşı kutlu olsun. İkinci yüzyıla giderken Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandıracak ve Cumhuriyetimiz gerçek anlamda kimsesizlerin kimsesi olacaktır… Bunu biz, hep birlikte başaracağız...
Yazının tamamı için tıklayın