Eski Dışişleri Bakanı ve Ankara Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Murat Karayalçın, Türkiye-AB ilişkilerinde tam üyelik hedefinden fiilen vazgeçildiğini ve ilişkilerin vizesiz Avrupa ile Gümrük Birliği konusuna sıkıştırıldığını belirtti.. Türk dış politikasının “denge” ve “komşuların iç işçlerine karışmama” gibi iki altın kuralının artık geçerliliğini yitirdiğini dile getiren Karayalçın, bu iki altın kuralın dış siyasette ihlal edilmesinin Türkiye’nin önüne çok ağır bir fatura olarak geleceğinden kaygı duyuyor.
Politikyol'dan Serkan Üstün ile söyleşi yapan Karayalçın, yerel seçimler konusunda, ulusal düzeyde ittifak yapmanın seçimlerin yerel mantığına aykırı olduğunu öne sürüyor ve “seçmen sandık başında ittifakı yapacaktır” diyor. Ayrıca CHP’nin yerel yönetimlere ve seçimlere ilişkin tavrını seçimsiz bir kurultayda açıklaması gerektiğini ancak bu fırsatın kaçtığını düşünüyor.
- Türkiye’nin dış politikadaki ekseni son yıllarda çokça tartışılıyor. 83 yıllık batılılaşma serüvenimiz de oldukça gelgitli. Özellikle ABD ile olan gerilimlerle birlikte değerlendirildiğinde ciddi bir ‘eksen tartışması’ tartışması yaşanıyır. Son olarak da Avrupa Birliği, bu gerilimde bir alternatif olarak sunulmaya başlandı. Eski bir Dışişleri Bakanı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin AB ile ilişkileri uzunca bir süredir yalnızca gümrük birliğinin yenilenmesi ve vizesiz ziyaret konularına indirgendi. Kamuoyunda öyle bir izlenim yaratıldı ki, sanki vizesiz gidiş gelişler kabul edilebilir bir şekilde başlarsa ve gümrük birliği yenilenirse Türkiye AB’den beklediklerini elde etmiş olacak. Aslında AB, bizim siyasetimizde çok sık kullanılan ifadeyle ölümü gösterip sıtmaya razı etti Türkiye’yi. Bakanların, devlet yöneticilerinin demeçlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelikten vazgeçmediği şeklinde açıklamalar oluyor ama işin aslı buraya gerileyen ilişkilerin önümüzde bulunduğudur. Gümrük Birliğinin iyileştirilmesi ve vizesiz seyahatin gerçekleşmesi. AB’nin özel ilişki dediği de sonuçta buna benzer bir şey. AB, Türkiye’nin öneminin bilincinde olduğunu seslendiriyor ama Türkiye ile tam üyelikten değil iyi ilişkilerin gelişmesinin gerekliliğinden söz ediyor. İyi ilişkiler de vizesiz yolculuk ve gümrük birliğinin iyileştirilmesi olarak tanımlanmakta.
“AB İLE İLİŞKİLER GÜMRÜK BİRLİĞİ VE VİZESİZ AVRUPA’YA İNDİRGENDİ”
Trump’ın izlediği dış siyasetin, ticaret siyasetinin, güvenlik siyasetinin ve İran’a yönelik siyasetin, Türkiye ve AB’yi birbirine yakınlaştırmaya başladığı gözüküyor. AKP sözcüsü Ömer Çelik’in açıklamalarında da bu görülüyor. Öte yandan Cumhurbaşkanının Almanya’yı ziyareti, BM Genel Kurul Toplantısı sırasında Belçika devlet başkanı ile görüşmesi, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde ikili ilişkilerin de düzeltileceği izlenimini vermekte. Hollanda, Almanya ve Belçika ile ikili ilişkiler iyileşiyor. Ortaya çıkan resmi değerlendirdiğimizde şunu görüyoruz. Eskiden olduğu gibi iyi ikili ilişkiler var. Ya da ikili ilişkiler bir rutin içinde gidiyor. Tam üyelik söz konusu değil. Vizesiz Avrupa ve Gümrük Birliği’nin yenilenmesi konusunda da adımlar atılması bekleniyor. Bunlardan Gümrük Birliği’nin iyileştirilmesi konusunun daha kolay olacağını, vizesiz Avrupa konusunun ise daha zor olacağını düşünüyorum. Vizesiz Avrupa konusunda Türkiye’den beklenenlerin kısa sürede yerine getirilmesi olanakları gözükmüyor. Özellikle demokratikleşme, yargı bağımsızlığı konularında AB’nin beklentileriyle Türkiye’nin bugünkü yönetiminin kabul edebilecekleri arasında ciddi farklılıklar olduğu görülüyor.
“TÜRK DIŞ POLİTİKASININ ALTIN KURALLARI GEÇERLİLİĞİNİ YİTİRDİ”
Türkiye dünya siyasetinde çok garipsenecek bir konumda. Bir yandan NATO üyesi, ABD ile stratejik ilişkiler içinde olduğu söylenen bir ülke konumunda. Öte yandan Rusya ile fiili bir dayanışmayı ortaya koymakta. Garip olan şey bu. Öyle bir ilişki ki hem ABD ile hem Rusya ile stratejik işbirliği yapıyorsunuz, yeni arayışlar içindesiniz. Türkiye’nin dış siyasetinin Atatürk’ten bu yana izlenen bazı temel kuralları vardır. Bunlara ‘altın kurallar’ da denebilir. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’nin komşularının iç işlerine karışmaması. Özellikle de güney komşularının, Arap ülkelerinin iç işlerine karışmaması, başlangıçtan bu yana Türkiye’nin bütün hükümetlerinin özen gösterdiği bir konu olmuştur. Bu biraz önce söylediğim gibi ‘altın kural’ halinde gelmiştir. Bir başkası Türkiye’nin ilişkilerinde bir dengeyi kurmasıdır. İlişkilerde dengeyi kurmasından kastım şu: Türkiye, Avrupa-Atlantik kurumlarının üyesi olmalıdır. Yani Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, NATO’nun. Türkiye, Türk ve Müslüman kimliğinin gereklerini de dış siyasette yerine getirmelidir. Bu kuralın önemi 1980’lerden sonra daha da belirgin bir biçimde artmıştır. Türkiye’nin batıdaki gücü, biraz Türkiye’nin doğulu kimliğinden, doğusundaki ülkelerdeki ağırlığı da batı ile olan ilişkilerinden gelmektedir. Bu bir dengedir ve çok temel bir kuraldır. Türkiye bunu soğuk savaş döneminde de egemenliğini, bağımsızlığını ve kimliğini koruyarak sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde Rusya ile ilişkilerimizin her şeye rağmen ne kadar başarılı bir biçimde yürütüldüğü bilinmektedir. 60’lı yıllarda Süleyman Demirel hükümetleri döneminde Seydişehir Aliminyum, Aliağa Petrol Rafinerisi ve İskenderun Demir-Çelik gibi Türkiye’nin temel sanayi yatırımlarını Rusya ile olan ilişkiler çerçevesinde yaptığı bilinmektedir. Türkiye bunu yaparken de Amerika’ya karşı kimliğini ve bağımsızlığını korumuştur. Süleyman Demirel zamanında da rahmetli Ecevit zamanında da. Afyon yasağına karşı Türkiye’nin direnmesi bunun önemli örneklerinden birisidir. Kıbrıs müdahalesi bir başka örnektir. Öyle görünüyor ki, birinci altın kural yani komşuların içişlerine karışmama kuralı da ikinci kural yani dengeyi tutturma kuralı da geçerliliğini yitirmiştir.
Cumhurbaşkanı başdanışmanı Sayın Cemil Erten, Milliyet Gazetesi’ndeki bir yazısında Türkiye’nin fiilen batı kurumlarından çıkması gerektiğini, doğu kurumlarına üye olması gerektiğini söylemiştir. Bu çok çarpıcı bir şey. Türkiye’nin özellikle Suriye’de güney sınırının güvence altına alınmasında Rusya ile iyi ilişkileri bir gereklilik olarak önümüzde durmaktadır. Rusya ile ilişkilerimizi her zaman iyi tutmalıyız. Bu da bir gerekliliktir. Ama sonuç itibarıyla Rusya’nın PYD ile olan ilişkilerini Türkiye göz ardı edemez. Sonuç itibarıyla Kırım’ın ilhak edildiğini, Gürcistan’da Rusya’nın müdahalesi ile ortaya çıkan siyasi şekillenmeleri Türkiye’nin göz ardı etmesi söz konusu olamaz. Ben bu iki altın kuralın dış siyasette ihlal edilmesinin önümüze çok ağır bir fatura olarak geleceğinden kaygı duyuyorum. Yeni bir gelişme de Fırat’ın doğusu konusu. Fırat’ın doğusunda yaşanacak gelişmeler ciddi bir sorun olarak önümüzde duracaktır.
- Buradan yerel seçimlere geçelim. Yerel seçim tecrübesi de çokça olan bir politikacı olarak biliniyorsunuz. Türkiye tarihinde yerel seçimlerde ilk kez resmi anlamda bir ittifak yapılması söz konusu olabilir. Geçmişte ittifak diyebileceğimiz örnekler sandık başında, bölgesel bazda daha fiili olmuştu. AKP-MHP ittifakının bazı bölgelerde yapılabileceği görünüyor. Sizce bu ittifakın başarı şansı nedir? Türkiye’yi nasıl bir yerel seçim bekliyor?
Yerel seçimlerde siyasi partilerin ulusal düzeyde ittifak yapmaları yerel seçimlerin mantığına, dokusuna, niteliğine ters bir yaklaşımdır. Seçim yereldir. Yerel seçimlerde yerellik doğal olarak öne çıkmak zorundadır. Ayrıca seçmenlerimizin yerel seçimleri adeta geleneksel olarak iktidardaki partileri uyarmak için, muhalefetteki partileri de özendirmek için değerlendirdikleri bilinmektedir. Yani seçmenlerimiz yerel seçimlerde deyim yerindeyse stratejik oy kullanmaktadır. AKP ve CHP’nin yerel seçimlerde aldığı oy bunun bir göstergesidir. 2002’den bu yana genel seçimlerde AKP’ye oy veren seçmenler, yerel seçimlerde partilerine 4-5 puan az oy vermektedir. Yani AKP’ye oy veren seçmenler, yerel seçimleri AKP’nin uyarılması için bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Aynı şekilde de CHP’nin oylarına baktığımızda, genel seçimlerden 4-5 puan fazla aldığını görüyorsunuz. Ben buradan hareketle seçmenlerin CHP’yi özendirdiğini, cesaretlendirdiğini söylüyorum. Yerel seçimlerin bu tür sonuçlar vermesinin altında bir de seçmenlerin, seçimlerin yerelliğini özenle dikkate alması da var. Başkan adaylarının geçmişte yaptığına, niteliğine ve kimliğine bir şekilde bakıyor seçmenler. O nedenle parti adayları partilerinden artı eksi oy olabiliyorlar.
“ULUSAL İTTİFAKLAR BAŞARI GETİRMEZ”
Yerel seçimlere katılan siyasi partilerin ülke genelinde ittifak yapmalarının çok başarılı sonuçlar vermeyebileceğinin bir örneğini biz 2004 yılında yaşadık. 2004 yılında SHP, ÖDP, DEHAP, EMEP ittifak yaptılar. Beklenen sonuçlar alınamadı. Ben oradan hareketle de yerel seçimlerde ulusal düzeyde ittifak yapmanın konunun yerelliğine aykırı olduğunu söylüyorum. Şimdi AKP ile MHP yerel seçimler için ulusal düzeyde ittifak yapıyorlar. Bence bu ittifak başarısız olacaktır. Bu ittifaktan bekledikleri sonucu AKP ve MHP’nin elde etmesi söz konusu olamaz. Bence karşılıklı destek süreçlerinin yaşanmasını işin yerelliğine bırakmak daha doğru olacaktır. Seçmen tekil olarak da bunu görüp değerlendirecektir inancındayım. İstanbul’un seçmen dokusu ile Aydın’ın seçmen dokusu bir değil. İstanbul seçmeninin değerlendirmesi ile Antalya seçmeninin değerlendirmesinin aynı olacağını beklemek doğru değil. Bence her belde, her belediye, kendi özelinden hareketle, seçmenlerin tercihinden hareketle Türkiye’nin önüne yeni sonuçlar getirecektir.
Bu arada önemli bir gelişme de kırsal oyların belediye seçimlerinde devreye girmiş olması. Türkiye’nin 81 ilinin 30’unda kırsal oylar da devrede. Kentlerdeki seçmen dokusuna kırsal alanı da eklediğinizde bu seçimlerde oy kullanacak seçmenlerin dokusu birbirinden pekâlâ farklı olabilecektir. Klasik olarak kent merkezlerindeki seçmenlerin nitelikleri değerlendirilirken şimdi yeni gelişmelerin ışığında bu tümüyle değişebilir. Kırsal kesimlerin devreye girmesiyle bu kesimlerin ağırlığı azalmış olacaktır.
Bu seçime girerken Türkiye’de belediyelerin yapısının gelmiş olduğu yeni durumu göz önünde bulundurmalıyız. Türkiye’nin 30 ilinde il özel idareleri yok, köy idareleri yok. Türkiye’nin geri kalan 51 ilinde belediyeler var, il özel idareleri var, köy idareleri var. Türkiye’nin 51 ilinde büyükşehir belediyesi yok. Türkiye’nin idari yapısının 30 ve 51 diye farklılaşmış olması çok ilginç. Bu 30 ilde belediye meclisleri bir tür federatif bir yapıya benzetilebilir. Büyükşehir belediye meclisleri doğrudan seçilmiyor. İlçe belediye meclislerinden geliyor. İkincisi, bu 30 ilde alan yönetimi ve kent yönetimi üst üste çakıştırılmış durumda. Kırsal alan tümüyle kent yönetimine bağlandı. Orman köyleri, dağ köyleri, ovalar, vadiler, oradaki etkinlikler ve yerel gereksinmeler tümüyle büyükşehir belediyesi tarafından karşılanacak. Büyükşehir Belediyesi adını verdiğimiz kamu yönetim birimi bütün sektörlerden sorumludur. Tarımdan, sanayiden, ticaretten, fuar inşasından vs. hepsinden sorumlu. Bu çok yeni bir gelişme. Çoğu insan bunu anlayabilmiş değil. Belediye artık ilin tümünde etkin, ilin tümünden sorumlu. O zaman aslında büyükşehir belediyesi adını belki de kullanmamızı gerektiren bir durum var belki önümüzde. Çünkü bu belediye değil. Biz belediyeyi yalnızca kent yönetimi için bir örgüt olarak biliyoruz. Tarihte ilbaylık, uraybaylık gibi şeyler vardı. Bunu düşünmeliyiz. Gerçekten yeni bir yapı var. Bu üniter devlet yapısı içinde daha özgürlükçü, serbest bir yapının devreye girdiği bir nitelik taşıyor. Bu niteliğin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üniter yapısını daha çok koruyacağına inanıyorum. Üniter yapının korunması için bir tarihte merkezden yönetimin güçlü olması gerekliydi, şimdi içinde 21. Yüzyılda yerel yönetimlerin güçlü olması gerekiyor. Artık Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu konuları tartışması gerekiyor. Bana sorarsanız Trafik Polisleri dahil çoğu merkezi hizmet büyükşehir belediyelerine devredilmelidir. Çünkü trafik hizmetleri anayasadaki ifade ile, ‘mahalli müşreterek ihtiyaç’ yani ‘yerel ortak gereksinme’ kavramına tam oturan bir şey.
Türkiye bir süredir ‘1/100 binlik çevre düzeni’ adını verdiği bir plan tekniği kullanıyor. Bu ilin bütünü üzerinde hazırlanan bir plan. Buna illerin anayasası diyorlar. O ilde her km karenin nasıl kullanılacağına ilişkin. Kent ve kırın tümünü kapsıyor. Hem iktisadi ve toplumsal kararların, projelerin nerelerde uygulanacağını hem de fiziki düzenlemeleri gösteriyor. Yani fiziki, iktisadi, toplumsal planlar bir metinde çakıştırılıyor. O nedenle illerin anayasası deniyor. Bu çok önemli bir gelişme.
“MERKEZİ İDARE’YE YETKİ DEVRİ DOĞRU DEĞİL”
- Yerel özerklikten bahsettik ama özelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aracılığıyla merkezi idareye kentler üzerinde ciddi yetkiler getirildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
AKP iktidara ilk geldiği yıllarda verdiği yetkilerin tümünü tüm kuruluşlardan geri alıyor. İstanbul’un taşına toprağına merkezi yönetimin 19 birimi müdahale etme hakkına sahip. Bunun içinde özelleştirme idaresi, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı var. Bu kabul edilemez. Merkezi yönetimin yerelde bu tür müdahalelerinin asla olmaması lazım. Zaten merkezi yönetimin bu konularda çok başarısız olduğu da son gelişmelerle birlikte ortaya çıktı. Burdur Gölü neden kuruyor? Trakya’nın Ergene Havzası’nın ve tüm su havzalarının temizleneceğini Orman Bakanlığı ilan etmişti ama bunu yapamadılar. Merkezi yönetimin herhangi bir biriminden illere katkının geleceğini beklemek mümkün değil. Bu yetkilerin alınmasının tümünün yanlış olduğunu düşünüyorum. Planlama yetkilerini vs. aldılar. Anavatan hükümeti döneminde, DYP-SHP döneminde, sonraki yıllarda ve AKP’nin göreve geldiği yıllarda yerinden yönetim birimlerine verilen yetkilerin tümünün geri alınmakta olduğunu görüyoruz ve bunun olumsuz sonuçlarına tanık oluyoruz. Bu nedenle CHP’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekincelerin kaldırılması talebini de çok önemsediğimi ifade etmek istiyorum.
Tüm bunları birleştirdiğimizde, yeni bir idari yapının ortada olduğunu, yeni planların kullanılmakta olduğunu ve CHP’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na yönelik çağrısını dikkate aldığımızda 5-6 ay sonra yapacağımız seçimin Türkiye’nin geleceği açısından çok yaşamsal bir öneme sahip olduğunu söylememiz olanaklı. Burada seçmenlerin eğilimlerini, tercihlerini dikkate alan adayların saptanması siyasi partilere güç katacaktır. Merkezden Türkiye genelinde yapılan ittifakların değil, yereldeki değerlendirmeleri gözeten yaklaşımların sonuç alıcı olacağını düşünüyorum.
“CHP YEREL SEÇİMİ KURULTAY’DA TARTIŞMALIYDI”
- CHP yoğun bir seçim döneminin ardından tartışmalı bir süreç yaşadı. Şimdi de bu tartışmalarla birlikte yerel seçimlere giriyor. Partinin bu ortamda başarı yakalama şansı nedir?
Biraz önce ana hatlarıyla anlatmaya çalıştığım gelişmeleri CHP’nin seçimsiz bir kurultayda tartışıp karara bağlamasını tercih ederim. Bir taslak hazırlanıp örgütlere gönderilmeliydi. O taslak birkaç gün Türkiye’nin gözü önünde kurultayda tartışılıp karara bağlanmalıydı. Yerel yönetim seçim bildirgeleri geçmişte Parti Meclisi tarafından ya da MYK tarafından karara bağlandı. Kimi seçimlerde Genel Başkan basın toplantısıyla seçim bildirgelerini kamuoyuna sundu. Bu seçime giderken, biraz önce sunduğum nedenlerden benim tercihim buydu. Benim önerim, birkaç gün süren kurultay yapılıp önceden gönderilen taslağın o kurultayda tartışılıp Türkiye’nin gözü önünde karara bağlanması şeklindeydi. Bu olmadı. Bu nasıl telafi edilecektir bilmiyorum. CHP’nin yerel seçimlere nasıl yaklaşacağı, yerel yönetimlere nasıl yaklaştığı, buralarda neleri öngördüğü bir şekilde açıklanmak durumunda.
Bizim için bu seçimlerin kendisi de önemli, seçimlerden sonra içine gireceğimiz dönem de çok önemli. O dönemi ben CHP’nin yeniden yapılanma dönemi olarak görüyorum. Ben herkese de bu telkinde bulunmaya çalışmıştım. Belediye seçimlerine gidene kadar bizim bu tüzük çalışmalarını ele almamız, partiyi yeniden yapılandırmamız söz konusu olamaz ama seçimlerden sonra en temel görevimiz bu. Hatta yerel yönetimler seçim bildirgesinin tartışılmasını önerdiğim kurultayda, yerel yönetim seçimlerinden sonra içine gireceğimiz yeni dönemde partinin yapılanması ile ilgili temel ilkeleri de karara bağlasak iyi olur diye düşünüyordum. Bu ilkeleri ortaya koyarsak Türkiye, bizim partiyi yeniden yapılandırma konusunda kesin bir tavır ve kararlılık içinde olduğumuzu görür diye düşünüyordum. Çünkü 24 Haziran sürecinden sonra yaşadığımız tepkileri yanıtlayabilmek kolay değil. Ancak bu tip yaklaşımlarla bunu yapabiliriz diye düşünüyordum. Hatta “sayın genel başkanın bir özeleştiride bulunması, gerekirse bir özür dilemesi gerekebilir” diye görüşlerimi de seslendiriyordum. Şapkadan tavşan çıkarmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. O nedenle bu görüşlerimi dile getirmiştim. Çok önemli bir seçime gidiyoruz. Türkiye’nin çok ciddi sıkıntıları yaşamakta olduğu bir dönem. Adaylarımızın bu tartışmaların, gelişmelerin, değerlendirmelerin ışığında belirlenmesini içtenlikle diliyorum.