Her güne yeni acayipliklerle devam etmek fazlasıyla tuhaf değil mi? En kötüsü de şaşırma duygumuzu, hayrete düşme yetimizi kaybedip duyarsızlaşmamız galiba. Tavşanın gözüne gece karanlığında ışık tuttuğunuzda gerçekten olduğu yerde kalıveriyor, şahit oldum. Bizim gözlerimize de dev projektörler tutuyor olmalılar; kalakaldık, reflekslerimiz adeta bahar yorgunu, parmağımızı kıpırdatacak halimiz yok.
Bu hafta bir serserilik yaptım ve tiyatro yazmadım. Dilerim bu beklentiyle yazıya başlayanlarınız hemen gitmez de iki lafın belini kırarız birlikte. Aslında gündem takip edenleriniz için bilmediğiniz, yeni bir şey yok ama sıradan bir Avrupa ülkesi için yıllık malzeme çıkar buradan. Her zaman yaptığımız hatayı takip ederek değişmesini, olanları anlamasını beklediklerimiz bu gazeteye sırtını döndüğünden yazıyı okumayacak. Biz de onlarla bunları paylaşmayacağız. Böylece bu sarmallar her kesimde kendi içinde devam edip duracak.
Lafı uzatma kotam dolduğuna göre konuya girebilirim. Algı yönetimini didiklemeye ne dersiniz? Gündemi gereksiz meşgul etmek ve arka bahçede istediğini yapmak bu işin en önemli parçalarından biridir. Toplum magazinel haberlerle oyalanırken, torbaya giren çıkan yasalarla halkın başı döner, düşer bayılır. Buna algı yönetimi denir.
Geride bıraktığımız hafta gündem yoğunluğu olarak İstanbul’a yağmayan yağmur yerine geçecek sağanak gibiydi. Takip etmeyenin bile artık fenomen olduğunu bildiği Dilan/Engin Polat ve güruhu ciddi bir yolsuzluğun vitrin yüzüyken, işin derinlerinde asıl kimlerin olduğu artık çok sayıda insanın merak konusu. Oysa olay oldukça magazinel başlamıştı. Buna bir çentik koyup devam edelim.
Hafta ortasına gelmiştik ki yüksek mahkemelerin, şimdiye dek hiç rastlanmadık bir sıralamada birbirlerine kafa tutması ile karşılaştık. Bu yargı tarihimizde bir ilkti. Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin 9 üyesi hakkında suç duyurusunda bulundu. ‘‘Yok ya, olur mu öyle şey?’’ deyip geçebileceğimiz türden bir durum olmadığından, yine mecburen gündemde takılı kalıverdik. Ki zira bu olayın ardından başka şeylerin
geleceğinin ayak sesleri de duyuldu bile. Kafamızı karıştıran bir çok açıklamanın ardından, netleşmek adına Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz’un söyledikleri şuracıkta dursun; ‘‘Üst mahkemeler arasında hiyerarşi değil, yetki ve görev ayrımı vardır. Yargıtay temyiz mahkemesidir ve asla anayasa mahkemesinin üstünde yer alamaz.’’
Oysa daha 24'ü çıkmamıştı, yani saat olarak, anayasal hakkımız olan mülkiyet hakkımızı elimizden alma riskini taşıyan ‘‘rezerv alan’’ konusu mecliste yasalaşmıştı bile. Sağ olsun muhalefet de meclis oylamasına gelme zahmetinde dahi bulunmamıştı. Belli ki gecenin o saatinde yapacak daha önemli işleri vardı. Bir de malum böyle yasalar, kararnameler vs. hep geceye kalır. Kötü niyetli düşünmeyin kanunlar gün ışığının zararlı UVA/B sinden etkileniyorlar, yani meselelerin cilt tipi hassas.
Daha biter mi? İstanbul trafiği biter, yoğun akar bizde gündem bitmez. ‘‘Dezenformasyon yasası’’ da geçti, onaylandı, paketlendi, sağlıklı günlerde kullanalım diye raflardaki yerini aldı. Yasanın antrenmanı olsun diye de sadece mesleğini yaptığı için gazeteciler göz altına alındı, sonra tutuklandı, cezaevinde içsel yolculukları tamamlatıldıktan sonra serbest bırakıldılar.
Demans hastası Aysel Tuğluk da başka sebeplerle gözaltı yolculuğu için evinden alındı, gezdirildi, sonra serbest bırakıldı. Sonuçta demans hastasına devlet şefkatli elini uzattı; Tuğluk evine kapanmasın, sosyalleşmek demans tedavinin önemli bir parçası diye düşündü, sağlıkta bir inci olan bu hassasiyet gözlerimizi yaşarttı.
Gazze’de olanlar konuşmamız istendiği kadar gündemde tutulup, üzülme ve tepki verme limitlerimiz hızlıca dolunca arka sıralara yollandı. Artık kimse öldürülmüyor, savaş bitti sanki, tıpkı Ukrayna savaşındaki kadar sürdü her gösteri. Oysa iki gün önce adı Şifa olan hastanenin sağlam kalan poliklinikleri de bombalardan yerle bir oldu. Pek tabi içindeki hastaları ve sağlıkçılarıyla. Okul bombalandı, öğrencileri, eğitimcileriyle birlikte.
6 Şubat depremi sanki hiç olmamış, beklenen deprem de asla gelmeyecek gibi sorumluluğu üzerine almayan bakanlıklar gerçek betonların üstüne mecaz beton da döktü. Devletin yetkili makamlarınca aranan bir müteahhit, Ankara’da vatandaşlarca AVM’nin birinden yaka paça tutuklatıldı.
Derken sevgili okur sen zaten bunları biliyorsun. Soru; biz bunlarla delirmeden baş etmeye çalışırken, aslına arka bahçede daha, daha neler oluyor sorusu.
Algı yönetiminin başındaki dev sektör reklam sektörüdür. Tuzağa düşmemek neredeyse imkansızdır. Reklamcılar herhangi bir ürünü istedikleri hale getirip, alacağımız şekliyle bize başarıyla satarlar. Çoğu zaman ihtiyacımız bile yokken üstelik. Pazarlama stratejisi olarak oldukça önemli ve dünya ekonomisini döndüren temel unsurlardan biridir reklam sektörü. Eğer bir ürününüz var ve onu satacaksanız başarılı algı yönetimleri ile dünyaları kazanabilirsiniz. Biz işin ikinci yönü ile ilgilenelim, ortada satacak mal yok, ama çok kazançlı çıkılacak bir şey var; siyasi güç ve iktidar. Bunun için aynı yöntemleri kullanarak toplum mühendisleri gündem dizaynı yaparlar.
İletişim toplum içinde sağlıklı şekilde yaşamamızı sağlayan fikir paylaşımı, sorunların çözümü ve birbirimizi etkileme yoludur. Kişiyi değil de toplumu etkilemek istediğimizde gene iletişime ihtiyaç vardır ve bunun için kullanılan en etkili araç medyadır. Hani bizde helvası çoktan kavrulmuş, duaları peş peşe okunmuş medya.
Toplumu ikna etmenin çeşitli yolları olduğunu söyleyen konuyla ilgili sosyologlar, bunlardan bazılarını ekonomik satın alma, zor kullanma ya da söylenenin gerçekliğine inandırılma olarak sıralıyorlar. Kitaplar ilk ikisi için geçici çözümlerdir diye yazsa da ‘‘Far Far Away’’ ülkelerde seçim zamanlarında epey işe yarıyor bu geçici kabul edilen seçenekler. Aslında önemli olan günün sonunda toplumu söylediğiniz ya da
yaptığınız şeye inandırmaktır. Algı da tam bu noktada devreye giriyor işte. Dikkati bir şeye yönlendirip, onun farkına varılmasını sağlıyor. İnsan beyni algıladığı ölçüde düşünmeye alıştığından, ne düşünmesi gerektiği söylenen bir beynin sonrasında onu kolayca uygulamaya başlaması şaşırtıcı olmuyor. Basit bir matematik.
Algı yönetimi kavramını bilin bakalım ilk kimler ortaya atılmış ve uygulanmış? Sürpriz yok, tabii ki ABD ve onun Savunma Bakanlığı. Algı yönetimi ‘‘Yabancıların her seviyedeki istihbarat birimleri ve liderleri de dahil olmak üzere, o ülkedeki geniş kitlelerin kendi hedefleri doğrultusunda tavır almaları ve resmi adımlar atmalarını sağlamak amacıyla, seçilmiş bilgi akışını ve somut belgeleri yönlendirerek ya da reddiyesini oluşturarak, kitlelerin hislerini, güdülenmelerini, düşünce sistemlerini etki altına almaya çalışmak için yürütülen eylemlerin tamamıdır.’’ Bu okuduklarınız bize meşhur ‘‘büyük abimizin’’ bizi sadece gözetlemekle kalmayıp, parmağında nasıl oynattığını da anlatıyor.
Algı operasyonları planı hızlı kurup, yola önce çıkan ve bu yolda sebat ederken, zeka gösterip gerekli zamanlarda değişiklik yapanın kazandığı bir yönetim biçimi. Yani uykusunu bölemeyip, meclise gelmeyen muhalefetin konuyla uzak yakın ilişkisi yok. Dinamik, canlı bir organizmadan bahsediyoruz. Her değişen şarta yeni bir senaryoyla yön verebilmek asıl olan. Ortada suç yok. Akıllı ol, sen de oyuna katıl ya da zokayı yutma.
Algı yönetimi, çeşitli yolları kullanarak gerçekleri yansıtma, gerçeği gizleme, yönlendirme ve çarpıtma gibi davranışları da bünyesinde barındırır. Bu tanıma göre hedef kitlenin görüşlerini etkilemek için yapılan aktivitelerin tamamını içerir. Kadın cinsiyetçiliği üzerinden bir kaç hatırlatma mesela size; kürtajın yasaklanması fikri, kadının kaç adet çocuk doğurması gerektiği beyanları, kadının nasıl yürüyeceği, güleceği, ne renk giyeceğine kadar yaşam şekli dayatmaları, doğum kontrol yöntemlerinin uygulanmalarına karşı çıkışlar, taciz, tecavüz ve şiddetin konuşulmasının ayıp, yasak, günah sayılması... Bunların aksilerinin tartışılacak bir yanı mı var deyip boş bulunsak, ses etmesek vay halimize. Gerçi çok ses çıkardık ama İstanbul Sözleşmesi gene de kaydı avuçlarımızdan.
Karşınızdaki kitle, aktardığınız şeylerin doğruluğunu ne kadar çabuk kabul ederse, algı yönetimi konusunda o kadar başarılı olursunuz. Diğer türlü yalancı veya hilekar durumuna düşebilirsiniz. Ama bu da sorun değil kayıp balık Nemo’nun Dory’siyle dolu halkların olduğu coğrafyalarda her gün söylediğinizin tam aksini söyleme özgürlüğüne sahipsiniz. Siyasetçiler için Wonderland (Harikalar Diyarı) gibi bir yer burası.
Sağlıklı bir iletişim için, topluluğun veya kitlenin her özelliği detaylı olarak analiz edilmeli, iletişimde kullanılacak bilgi düzeyi, verilmesi gereken mesajlar ve yönetilecek algının uygunluğu, hedef kitleye göre belirlenmelidir. Mesela seçim meydanlarında halka Higgs Bozonunu anlatamazsın. Gerçi bunu derste anlatsan anlamak gene zor da.
Verilen mesaj kısa, anlaşılır ve biraz da görsel olmalı. Ne istediğini bilmek ve bundan hiç geri adım atmamak gerekir. Kafanızı nereye çevirseniz billbordlarda hep o görseli görmek mesela; rüyaydı, kabus oldu.
Bu algı yönetimini karşıdaki insan çoğu zaman bilinçli olarak yapmaz. Ancak insan varsa, iletişim vardır. İletişim varsa algı vardır. İşte algılarımızın bu kadar değerli oluşu ve çevredeki her şeyin bizim algımızı yönetmeye çalışmasının sebebi budur. Toplum mühendisliğinin basit bir kaç numarasını her seferinde yutmamız da valla bizim ayıbımız. Açık hava tımarhanesinde biz bu başı belli gibi olup sonu bilinmez hallerde hala nasıl delirmediysek, öyle delirmemeye devam edelim canım okur. Lütfen algılarınızın ayarlarıyla oynatmayın.