II. Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başladı. Dünya tarihinin en kanlı savaşında yaklaşık 60 milyon kişi hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler (BM), Mayıs 1945’te sona eren savaşta yaşanan büyük acıların unutulmaması için 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü ilan etti.
BM daha sonra bugünün 21 Eylül’de kutlanması kararı alsa da biz, Dünya Barış Günü’nü 1 Eylül’de kutlamaya devam ediyoruz. Ancak 1 Eylül de olsa, 21 Eylül de olsa, her iki günün üzüntü verici ortak noktası, Dünya Barış Günü’nün barışa, huzura hasret bir dünyada ve coğrafyada kutlanıyor oluşudur.
İnsanlık her büyük savaştan sonra “Bir daha asla!” der ama maalesef savaşlar yine devam eder. Üstelik insanlık hayat kaynağı olan, yaşamı mümkün kılan doğaya karşı da savaş veriyor. Doğayı hoyratça tahrip ederek kendi yıkımının koşullarını oluşturuyor.
Ünlü düşünür Noam Chomsky, “İnsanın en zeki tür olması en uzun yaşayacak tür olduğu anlamına gelmez” demişti. İnsanın olağanüstü yaratıcı zekasını dünyayı defalarca yok edebilecek nükleer silahlara harcaması, sınırları yokmuş gibi, sanki sonsuzmuş gibi doğayı tahrip etmesi, Chomsky’nin uyarısını önemli kılıyor.
Dünyada 2017 yılında silahlanma için ayrılan para 1,74 trilyon dolar. Kayıt altına alınmayan askeri harcamaları eklediğimizde bu oran daha da yükseliyor. Silahlanmaya 610 milyar dolar harcayan ve silahlanma yarışında açık ara birinci olan ABD’nin en yakın beş rakibinin silahlanmaya ayırdıkları toplam rakam ise 578 milyar dolar.
Bu rakamlar yoksul ülkelerin eğitim veya sağlık sistemlerine aktarılsa, oradaki öfkenin, haksızlık algısının şiddeti ve terörü beslemesi engellenmiş olurdu. Yine küresel göç dalgaları sınırlanır, insanların doğdukları ülkelerde huzurlu yaşamalarına katkı yapılmış olunurdu.
Barış için özel bir gün ayırmak yetmiyor. BM’nin sorun çözme kapasitesini arttırmak da gerekiyor. Son yıllarda uluslararası hukukun özellikle küresel güçler tarafından keyfi olarak aşındırılması, sürekli istisnalar peşinde koşulması, tüm dünyaya büyük bedeller ödetti, ödetmeye devam ediyor.
Suriye krizi, uluslararası hukuk sisteminin sorun çözme kapasitesinin daha da zayıflamasının yüksek maliyetini göstermiş oldu. Tek başına Suriye krizi tüm dünyayı istikrarsızlığa sokmaya yetti. Oysa Suriye’yi kendi çıkarları için vekalet savaşlarının zemini haline getiren küresel ve bölgesel güçler, kendi evlerine de huzursuzluk taşımış oldular.
Günümüz dünyasında “yangın benden uzakta” demek ayrıcalığımız yok. O yangının alevleri şaşırtıcı bir hızla sizi de buluyor.
Suriye krizinin bize bir kez daha öğrettiği bir gerçek var: Adaletin olmadığı yerde barış da olmuyor.
Anlamamız gereken başka bir gerçek de şu: Güvenliği abartmak her zaman güvenlik sorunu olarak geri döner. Sözgelimi, göçmenleri potansiyel suçlu olarak görmek mi daha doğrudur; iyi bir eğitimle nitelikli çalışanlara dönüşecek, umudu ve enerjisi yüksek insanlar olarak görmek mi? İkinci bakış açısı, toplumsal barışın en kestirme, en maliyetsiz yoludur.