İmamoğlu: En iyi CHP'li benim

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, parti içi eleştirilere ilişkin, "En iyi Cumhuriyet Halk Partili benim" yanıtını verdi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu, Cumhuriyet'ten İpek Özbey'in sorularını yanıtladı. Gündeme ilişkin sorulara yanıt veren İmamoğlu'nun yanıtları şöyle oldu;

Yine kısa bir süre önce Fatih tablosunu satın almanız da başka bir tartışma konusu oldu. Değişik çevreler sizi farklı yönlerden eleştiriyor. Öyle mi, “muhafazakâr tabana şirin görünme çabanız” var mı?

Yok. Başından beri neysem oydum. Şu anda da öyleyim. Karar verdiğim her şey elbet bir ortak aklın sonucu. Bahsettiğiniz yöneticinin atanması bile tek başıma verdiğim bir karar değil. Bir sürü mekanizmalar ve kişiler var. Bunun gibi eylemlerde de asla popülist bir tavırla değil. Örneğin arkadaşım bana “Londra’da müzayedede Fatih Sultan Mehmet’in portresi satılacak. Keşke alsak” dediğinde “Hemen alıyoruz” dedim. Duraksamadan söyledim, ben Fatih Sultan Mehmet’i seviyorum yani. Hiçbir zaman sakınmadım, söyledim. Bir de doğduğum şehir itibarıyla fetih çocuğuyum. Çünkü Trabzon, fetihi çok farklı anar. Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği bir şehirdir Trabzon. Ben öyle büyüdüm. Bir tutkum var, seviyorum. Hiçbirini bir kesime şirin gözükmek için yapmıyorum. Bir de şunu belirtmek isterim: Yoğun eleştiri yapan CHP’liler dediğimiz kişi sayısı çok azdır. CHP’de aktif siyaset yapan kesimdir. Onun da bir bölümüdür hatta. Genel anlamda CHP’lilerin benimle böyle bir derdi yok.

Aslında 2018’deki ilk röportajımızda şöyle demiştiniz: “Partimden eleştirme derecesi yüksek arkadaşlarım da bana AK Partili, MHP’li dediler. Hiç rahatsız olmadım. Eğer toplumun her kesimine yakın olduğumu hissettiriyorsam müthiş değerli. Tam da Türkiye’nin istediği aradığı şey. Üstümde yapay ceket yok benim...”

Aynen, siyasete başladığımda bana sağcı dediler, MHP’li dediler ama ben 11 yıldır partime çok iyi bir şekilde hizmet ettiğimi düşünüyorum, hatta o kadar iddialıyım ki, en iyi Cumhuriyet Halk Partili benim. Partililerimin böyle düşünmesi beni yaralamıyor, çünkü kendimi biliyorum. Hiçbir zaman “biz” ve “onlar” kafasına sahip olmadım, hiçbir zaman olmayacağım, o kıskaca girmeyeceğim. Girdiğim takdirde kendim olamam. Ailemle de barışık olamam. Ailem karma bir aile. Ailemle barışık olmazsam, toplumla nasıl barışık olabilirim? Toplumun kategorize edilmesi benim yüreğimi burkuyor. Siyaset bu kadar her odanın içine, evlerin içine, kurumların içine girerse nasıl bir ulus olarak ortak bir mücadele vereceğiz? Yapamayız...

Bir yandan da yapmak istediğiniz işlerde iktidarın engelleriyle karşılaşıyorsunuz...

Ama bu bir avuç insanın işi. Bundan şikâyetçi isek, aynı şeyleri toplumun diğer kesimine mi yapacağız göreve gelince! Bu bir yozlaşma dönemi, biz bunu tedavi etmeye geldik. Gerçekten toplumun bir terapiye ihtiyacı var. Sağlıklı bir siyasal süreçte bir kere siyasi bir terapiye ihtiyacımız var. Bu süreç, bizi o kadar böldü ve parçaladı ki... Biz bir dönemin kandırılmış insanları bile varsa, onları da kazanmakla yükümlüyüz, zaman içinde ki tarihin en büyük manipülasyonunu yaşıyoruz basın eliyle, hatta devletin iletişim kanalları eliyle. Hepimizin vergisinden beslenen kurumların vasıtasıyla 83 milyonu manipüle eden bir anlayış var. En bariz örneğini seçimde yaşadık. Toplumun üstünde yöneticilik yapan insanların geniş bir vicdana, kabul edişe, affetmeye yönelik bir felsefeye sahip olması lazım. Bunu ben değil Hazreti Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre diyor...

“Fatih tablosunu zaten Sevil Sabancı İstanbul’a getirecekti, teklif vermişti, belediyenin böyle bir dönemde buna para harcaması şart mıydı” gibi eleştiriler de oldu..

Sayın Sevil Sabancı eğer böyle bir niyet ortaya koymuşsa ve İstanbul’a getirmiş olsa ben ona “Bunu İstanbul’a hediye et” derim. Biz böylesi bir ulusal eseri Türkiye’ye getirmenin gururunu yaşadık. Sabancılar üçüncü en yüksek teklifi veren gruptu. Maksimum limitleri 630 bin Sterlin’di. Biz 770 bine aldık. Bir önceki rakam 740 bin. Biz kiminle yarıştığımızı da bilmiyorduk tabii.

Danıştay Ayasofya’da Atatürk’ün imzaladığı kanunu iptal etti. Siz bu tartışmanın neresinde duruyorsunuz?

Ayasofya, benim aklımda ve vicdanımda 1453’ten beri cami. Aynı zamanda İstanbul medeniyetinin dünyaya mal olmuş bir değeri. Benim tüm konuşmalarımdaki ifadem “Ayasofya Camii’dir”’. Danıştay’ın Ayasofya Camii kararının ardından gördük ki aslında bu konuyla çok ilgiliymiş gibi davrananlar Ayasofya Camii’nin statüsünden bile habersiz. Kendisine muhafazakâr diyen TV kanalları “ilk ezan okundu”, “ilk namaz 24 Temmuz’da kılınacak” diyor. Oysa 30 yıldır Ayasofya’da 5 vakit ezan okunuyor. İçindeki Abdülmecit Mescidi’nde namaz da kılınıyor. 1991’den beri kapısında tabela var. Bu konuda hassasiyetiniz varsa ve  “ilk ezan okundu”, “ilk namaz 24 Temmuz’da” diyorsanız çok vahim. Ben çok şaşırdım. Öte yandan üzerine çokça kafa yormamız gereken bir unsur daha var.

Nedir?

Ayasofya kararı iyi mi kötü mü diye sorgulamak yerine, sorgulanması gereken şey şu: Sadece bir yıl önce “Bu kararın getirisi götürüsü nedir? Burada bunu açıklamam doğru olmaz. Bunun bir götürüsü var. Bizim için faturası çok daha ağırdır, unutmayalım. Şu anda dünyanın çok çeşitli ülkelerinde bizim binlerce camimiz var. Acaba bunu söyleyenler (Ayasofya’nın Cami olarak ibadete açılması) bu camilerin başına ne gelir bunu düşünüyor mu? Bunu söyleyenler dünyayı tanımıyorlar, muhataplarını bilmiyorlar. Onun için, ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” denilirken bir yılda ne değişti? Şimdi ben sormak isterim: Dünyanın çeşitli yerlerindeki camilerimiz bu kararla riskli bir duruma düşmüş müdür? On binlerce Müslümanın, gurbetçi kardeşlerimin huzur içinde ibadetlerini yaptığı bu camilerin başına bir şey gelir mi? O ülkelerin yöneticileri böyle adım atarsa ve “Camilerle ilgili kararımıza yönelik ithamları, doğrudan egemenlik haklarımıza saldırı sayarız” derse ne olacak? Sadece bir yıl arayla doğan bu zıtlığın nedenlerini muhakeme etmeyeceğiz ama Danıştay’ın sonuç kararına siyah ya da beyaz diyeceğiz. Bu olmaz, bu, aklıselim milletimizce mutlaka muhakeme edilecektir. Ben insanların bunu tartmasını çok isterim ve tartacaklardır da. Eğer Ayasofya’daki bu değişiklik benim ülkeme, milletime hem maddi hem manevi zenginlik katacaksa, milyonlarca işsizin derdine derman, üniversite mezunu milyonlarca gencime iş imkânı yaratacaksa ve dünyada ülkeme saygınlık ve muhabbet kazandıracaksa ben bu kararın sonuna kadar arkasındayım. 

Pek çok uzmanla birlikte Kanal İstanbul’u anlatan bir kitap yayımladınız. Kanal İstanbul’da şu anda hangi aşamadayız?

Açıkçası kural tanımaz bir biçimde Kanal İstanbul ile ilgili bakanlık hızla yol alıyor. ÇED planları askıya alındı. Dava açtık, 100 binlik planlar devreye alındı, itirazlarımızı yaptık. Şu anda aynı anda 5 binlik ve binlik planlar hızla askıya asıldı. İnanın İpek Hanım, İstanbul’da 25 yıldır belediyeyi yönetmiş olan bu akıl, çok masum bir planlama için bile bir bölgeyi 15-20 sene mahrum etmiş. İstanbul’da bunun onlarca örneğini verebilirim. Öyle bir aceleleri var ki, neyin peşindeler? Hukuki süreci umursamadan düşünsenize 7-8 ayda bütün süreçleri tamamladılar.

Neyin peşindeler?

Tümüyle İstanbul’da büyük bir rant mücadelesi içindeler. Buradan kamusal kazanımların ötesinde bireysel kazanımın öne çıkacağı bir süreci ne yazık ki desteklemekle meşguller. Kimdir bunlar, şu anda tek tek tanımlamak, bunları ortaya koymak mümkün olamayabilir ama inşallah buna gerek de kalmayacak. Biz bunu yaptırmayacağız. Orada 30 milyon metrekarenin üzerinde bir arazi değişimi yaşandığını tespit ettik.

Yani aynı müteahhitlerin ismini mi duyacağız?

Bilemiyorum. Bu müteahhit olur, yabancı yatırımcılar olur, üstünden zaman içinde başka yatırımcılar ortaya çıkabilir. Bu benim kafamdaki tanımlı kısım. Bir de ikinci tanımsız kısım olduğuna inanıyorum.

Nedir o?

Bu uluslararası ya da başka bir boyutta tanımsız bir bölümü var. Somut konuşamıyorum, buradan kim çıkar elde edecek, bunu hep beraber sorgulayacağız. Bir avuç insan, sadece para ve maddi çıkar üzerine Türkiye’nin geleceğini bu kadar perişan etme duygusuna nasıl sahip olabilir? Düşünüyorum ama altından kalkamıyorum. İşte bu kitapta (Kanal İstanbul) Türkiye’nin en kıymetli bilim insanları var. Bir kişi “Bu olur kardeşim” demiyor.

Tanımsız bölüm derken kafanızda bir şey olmalı...

Uluslararası düzende kimin işine yarayacak, bakıyoruz. Protokoller, antlaşmalar, Montrö Sözleşmesi... Dünyada bu kadar hassas bir ülkeyi koruyan bir mekanizmayı başarabilmiş bir sözleşme örneği çok fazla yok. Mustafa Kemal Atatürk’ün o döneminde bize bıraktığı en muhteşem güvencelerden biri. Bunu lağvetmeye çalışmak akıl alır gibi değil. Ben bu flu kısmı aydınlatmak, ülkeyi bilinçlendirmek adına Genel Başkanımla uzun bir görüşme yaptım. Bütün siyasi partilerin genel başkanlarına brifing vermek için randevu talep ettim.

Kanal İstanbul’un Boğaz trafik güvenliğini sağlayacağı, çünkü Boğaz’daki gemi trafiğinin giderek artacağı söyleniyor. Bu doğru mu?

Doğru değil. İstanbul Boğazı’nda son 15 yılda gerçekleşen kazaların yüzde 67’si teknik arızadan. Ayrıca son 15 yılda yaşanan kaza sayısında yüzde 39 azalma var. 2007’de İstanbul Boğazı’nı 56 bin 606 adet gemi kullanmış. 2011’den sonra bu sayı 50 binin altına iniyor. 2019’a gelindiğinde 41 bin 112’ye düşüyor. Son 12 yılda yüzde 27.4 oranında azalmış. Ben söylemiyorum, bilim adamları açıklıyor. 200 metrenin üstündeki birçok geminin yapılacak kanalda manevra kabiliyeti yok. Meşhur bir Samsun-Ceyhan oru hattı vardı, yapın; yani tankerleri Boğaz’dan geçirmek istemiyorsak muazzam bir proje, yapılsın, alkışlarız.

Liderlere tam olarak ne diyeceksiniz?

Evvela Montrö’yü anlatacağız. Elbette ki çevreye olan etkisinden bahsedeceğiz. İstanbul’un geleceğinin bu kadar plansızlaştırılması ve bu kadar kötü bir sürece sürüklenmesine sebep olacak kanalın pozisyonundan bahsedeceğiz. Mesela, kuzey-güney ekseninde Karadeniz ile Marmara’yı birbirine bağlıyor. Üstünde sekiz tane boğaz köprüsü yapılacak. Ben küçüğü 900 metre... Bu köprüler bedava mı olacak mesela. Her köprünün maliyetini düşünün. Kanalla bir ada oluşturmanın sakıncalarını, depremle bağını anlatacağız.

Asıl konuşmamız gereken de bu...

İstanbul’da beklenen depremin gerçekleşmesi halinde bundan daha büyük bir felaket olamaz. Kanal’ın Marmara’daki ağzı 9-10 şiddetinde etkilenebilecek. Olası bir depremde kanal bölgesinde sıvılaşma riski yüksek. Her gün tek atımla 11 tona yakın dinamit patlatılacak olması ve bu büyüklükte bir dinamit atımının sismik enerji olarak 3.8 büyüklüğünde depreme eşdeğer enerji çıkarabileceği hesaplandı. Bu patlatma işlemleri en az dört yıl sürecek. Kanal için ayrılan bütçeyle İstanbul’u depreme dayanıklı bir şehir haline getirebilirdik.

Biraz da ekonomik tarafını konuşalım..

Kanal İstanbul önce 60 milyar dediler, sonra 75 milyar dediler, sonra bakanlık 118 milyar diye açıkladı, şimdi ortalarda 100 milyar gibi bir rakam geziyor. Bir kere kendileri bu kanalı kaça mal edecekler, somut bir rakamları yok. Daha acı bir şey, yine resmi rakamlar üzerinden İTO’nun Fransa’da bir konut fuarındaki filminde bunun maliyetini 65 milyar dolar olarak açıkladılar. Resmi film... Bakanlığın altta imzası var. Şimdi bence doğrusu o filmde yazan... Sadece bizim araştırmalarımız, 2019 fiyatlarına göre İSKİ’ye maliyeti 23 milyar lira. Şu an bu kanalın İstanbul’a maliyeti 400 milyar desem yanılmam. Sadece 100 milyar üzerinden bile gitsek Şehircilik Bakanlığı’nın kentsel dönüşüm bütçesinin yedi katından bahsediyoruz. Böyle bir maliyet, 4-5 senelik bir çevre faciası, Marmara’nın yok edilişine varan tespitler var burada. Bir de bunların üstüne depremi yaşadığınızı düşünün. Nasıl kalkacağız altından? Bizim İstanbul için yaptırdığımız tespitlerde on binlerce insanın ölümü söz konusu. Dilim varmıyor söylemeye, bana göre 100 bin insan. Çünkü yapı stokunu biliyoruz. Böyle bir sorunumuz varken, Kanal İstanbul’u konuşmanın anlamı ne? İstanbul’a ihanet ülkeye ihanettir.

Eylem planınız nedir?

Yarın askıda olan 1000’lik ve 5000’lik planlara itirazımı yapacağım. Burada usulsüz bir şekilde çıkar elde etme söz konusu. Niçin bu insanlar, 30 milyon metrekareyi son 8-9 yılda satın aldılar? Neden Katar’daki iş insanları birden tarım bölgelerine ilgi gösterdi? Bütün bunların sorgulanması adına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları buna itiraz etmeli. İstanbul’un bütün billboard’larında, gazetelere, televizyonlara reklamlar vererek İstanbulluyu bilinçlendirme konusunda en üst çabayı göstereceğiz. Bence bu beladan kurtulmak İstanbul’un geleceğini kurtarmaktır.
 

Türkiye Haberleri