Verdiği bilgiler ve yaptığı yorumlarla Türkiye'nin en önemli tarihçileri arasında yer alan Hürriyet yazarı Prof. Dr. İlber Ortaylı, adını anmadan “Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı” diyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Kadir Mısıroğlu’na tepki gösterdi.
"Anadolu’nun kurtulması ilk önce doğudan başladı ve batıya doğru uzadı. Bazılarının ifade ettiği üzere “Keşke” diye abartılan 'Yunan işgali muvaffak olsaydı' özlemi dahi Anadolu’daki hareketi söndürmeye yetmeyecekti" diyen Ortaylı, sözlerinin devamında şunları kaydetti: "Birinci Dünya Savaşı’na geç girdiği için taze bir kuvvet olarak kalsa da küçük Yunanistan’ın Britanya’nın jandarma müttefiki olarak Anadolu’da kalması hayaldi. Bunu Yunan Genelkurmayı içinde Metaksas başta olmak üzere aklı başında komutanlar da belirtmişlerdi. Bizim tarih görüşümüz kahve sohbetlerinde bilgi noksanlığıyla devam ediyor ve maalesef sağda ve solda bazı mesnetsiz ve sağlıksız görüşler ileri sürülüyor."
İlber Ortaylı'nın "Mükemmel temsilci" başlığıyla yayımlanan (23 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
1916 yılında doğan Halil İnalcık Hoca, yokluğun ve yenilginin İstanbul’undaki zor hayatını belki kendinden evvelki nesil kadar sürdürmeyecekti. Ne var ki üstün zekâsı, Cumhuriyet’in verebildiği eğitim imkânlarıyla birleşti. Anadolu’daki mekteplerde seçkin hocalarla okudu. Çünkü o zaman bu mümkündü. Eğitim, vatan coğrafyasına eşitlikle dağılmıştı. İnalcık Hoca, Atatürkçü eğitim idealinden gelen bir aydın olarak kendini mükemmel bir şekilde yetiştirdi ve Osmanlı tarihçilerinin kutbu haline geldi. Onu, ölümünün birinci yıldönümünde anıyoruz. Ulusların tarihinde önemli dönemeç noktaları vardır.
Birinci Cihan Harbi’nin çağdaş Türk tarihi, çevredeki Türk halkları ve bütün Ortadoğu, Balkanlar ve Rusya için böylesine önemli bir dönemeç noktası olduğu bilinir. Felaketle biten bu savaştan Türk halkının, genç yaşta tecrübe edinen seçkin bir komutan sınıfı, büyük sayıda genç aydının kaybı yanında geleceğe yeni bir hınç ve idealle yönelen idareciler grubu ve büyük yıkıma rağmen yaşama devam eden bir halkla ortaya çıktığı da açıktır. Çarlar imparatorluğu yıkılmıştı. 19’uncu asırdan beri devam eden eğitim yeniliklerini öbür halklar içinde en yoğun gayretle Rusya Müslümanları götürüyordu. Ortadoğu yeni bir döneme girmişti.
Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı insan tipi, bambaşka bir kimlikle ve Siyonist yerleşmelerle Ortadoğu’nun hayatına dahil olmuştu. Yangında açan çiçekler gibi Türk aydınları Yıkımın hemen ortasında ortaya çıkanlar tabii ki Türk komutanlarıydı; bir yandan da felaketli harp yılları ve 19’uncu yüzyıl sonunda kökleşmeye başlayan eğitim reformları devamlı yeni ürünler veriyordu. 1920’lerin ve 30’ların ortaya çıkardığı genç kuşak aydınlar, felaketli dünyanın yangınlarının yüz verdiği ateş çiçekleridir.
O muhiti tanıdım. 1960’ların Ankara’sındaki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ekrem Akurgal ve Sedat Alp gibi önde gelen iki eski çağ uzmanını, Aydın Sayılı gibi beynelmilel ölçülerde bir bilim tarihçisini barındırıyordu. 1947’deki edepsiz politik müdahalenin ortadan sildiği veya yurtdışına attığı Muzaffer Şerif gibi değerler bu çevrenin ürünüydü. Kendi kabında oturan ama Batı medeniyetinin total entelektüel sınıfına mensup Nusret Hızır’ı tanıyan bir nesiliz. 1935’te Bruno Taut gibi bir büyük mimarın projeleriyle yükselen Ankara’nın en orijinal binası olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi sadece modern arkeologyanın, tarihçiliğin ve coğrafya tetkiklerinin merkezi değildi; Batı müziğini başkentin halkına tanıtan merkez rolünü de o yüklenmişti.
Bu ortamda yetişen bir genç, 1942 yılında kısa zamanda hazırladığı orijinal bir doktora tezi olan ‘Tanzimat ve Bulgar Meselesi’yle ortaya çıktı. Ardından Fatih devrine ait en eski tarihi belgeyi, Balkan tarihinin klasik dönemi üzerindeki önyargıları değiştiren Arvanid (Arnavutluk) Sancağı tahrir defterini ortaya çıkardı. Atatürkçü sosyal bilimci nesli Bu genç kimdi? Halil Bey, Kırım muhacirlerinden erken yaşta kaybettiği bir tüccar babanın (Seyit Osman Nuri Bey) ve İstanbul’un şeyh ailelerinden Ayşe Bahriye Hanım’ın oğlu olarak 1916 yılında doğdu. Yokluğun ve yenilginin İstanbul’undaki zor hayatını belki kendinden evvelki nesil kadar sürdürmeyecekti. Ne var ki üstün zekâsı, Cumhuriyet’in verebildiği eğitim imkânlarıyla birleşti.
Anadolu’daki mekteplerde seçkin hocalarla okudu. Çünkü o zaman bu mümkündü. Eğitim, vatan coğrafyasına eşitlikle dağılmıştı. Atatürk’ün ideali olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 1935’teki açılışındaki ilk öğrencilerdendi. Bu nesil, Türkiye devletinin Atatürkçü sosyal bilimcileridir. Bizim kuşağın bazı sivrilerinin iddia ettiği gibi dar kafalı olmaktan çok, bizimkilerin çoğunun giremediği dünyanın seçkin sosyal bilimcileri listesinde yer alanlardır. Halil İnalcık Hoca, Batı dünyasında Osmanlı tarihine karşı ilgi uyandığında, bu isteğe cevabı gene Batılıların verdiği bir dünyada doğan Türklerdendir. Osmanlı tarihi ve Türkler arasında tarihçilik, aşağı yukarı Ahmet Cevdet Paşa ile yeni bir mecraya girmiş ve çağdaş tarih, o dönemde biliminin yorumculuğunun esaslarını benimsemeye başlamıştır. Bununla birlikte bilinen Osmanlı tarih kaynaklarının (vekayinameler) geniş ölçüde kullanımını ve yorumunu Avusturyalı tarihçi Hammer yapmıştır. Edebiyat tarihçiliğimiz de modern yöntemlerle Batılıların elindeydi.
İlk defa Fuad Köprülü ve onun talebeleriyle çevresi arasında yer alan Ömer Lütfi Barkan, tabii ki en başta Halil İnalcık Hoca, Osman Turan, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Fuad Köprülü ile yetişen Orhan Şaik Gökyay, Fevziye Abdullah Tansel, giderek daha sonraki nesilden Ömer Faruk Akün gibileri bu çağdaş tarihçilik dünyasına Türkiye’yi sokan değerler olmuştur. İnalcık Hoca, üniversite reformunun bir ürünüydü Halil İnalcık yaşadığı dönemin zor şartları içinde ancak II. Dünya Harbi’nden sonra üç yıl için İngiltere’ye gidebilmiştir. Yurtdışına çıktığı zaman 30 yaşını geçiyordu. Fransızcası, bizzat Paul Wittek’ten methini duyduğum ve kendim de tanık olduğum mükemmel Almancası, İngilizcesi ve Farsçası Ankara’da öğrenilmiştir. O her şeyiyle Türkiye mamulatı bir aydındır ve üniversite reformunun ürünüdür. Velud bir yazardı. Birkaç yüzü bulan makalelerinin her biri halen değerini koruyor. Çok ileri yaşlarında bile inatla ciddi araştırmalar yapardı. Türkiye tarihçiliğinde coğrafyayı iyi kullanan nadir tarihçilerdendir. Belgelere inmek için gereğinde oturur dil öğrenirdi. Elli yaşından sonra İtalyancasını geliştirdi.
Tıpkı bir başka ünlü Türkolog olan Ukraynalı Omelyan Pritsak’ın İsveççe ve Nors dilini Rusya tarihinin kaynaklarına inmek için ileri yaşta öğrenmesi gibi. Talebesi olma onurunu yaşadım Doğuştan gelen güçlü bir hafızası vardı İnalcık Hoca’nın. Birçok insanda bu nitelik vardır; fakat o, bu yeteneğini sistematik bir eğitimle geliştirmiş ve muhafaza etmişti. Ölüm döşeğindeki son ziyaretimizde bana Evrenos Gazi’nin tarihi kayıtlarda ‘Vrenos’ diye geçtiğini, Edirne’de bugün bile kullanılan savunma hattının muhtemelen onun lakabına binaen ‘Okludere’ olduğunu anlatıyordu. Onu ev ziyaretlerimizde ilk defa bilinçli olarak dinlediğimde 13-14 yaşlarındaydım. 70 yaşıma kadar talebesi olma nimet ve onurunu taşımaya çalıştım. İki gün sonra ölüm yıldönümü anılacak.
Fatih Camii’nin haziresinde Osmanlı ulemasına ayrılan bir köşede ünlü Âli Emiri Efendi’nin komşusu olarak ebedi uykusunu sürdürüyor. Ahmed Cevdet Paşa’nınki gibi yuvarlak bir şahidesi (mezar taşı) var. Osmanlı tarihçilerinin kutbu, İstanbul’un bu son korunan köşesinde, doğduğu kentin bir zenginliği olarak yerini aldı. Kahve sohbetiyle tarih yazılmaz 23 Temmuz-7 Ağustos tarihleri arasında Erzurum Kongresi yapıldı. Erzurum’a gelen üyeler daha çok Müdâfaa-i Hukukçuların ve eski İttihatçıların örgütlemesiyle oradaydılar. Ama önemli ölçüde de aşiret reisleriyle, harp içinde Rusya’ya karşı çarpışanlar, harp sonrası da gene bu bölgelerde Ermenistan Cumhuriyeti’nin faaliyetlerinden rahatsız olan grupların yolladığı delegelerdi.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkışından sonra yayımladığı genelgeyle Erzurum’da ilk defa örgütlenmeye girdi. İstanbul aydınları arasında ortaya atılan Amerikan mandası teklifini veya daha kalabalık bir çevrede kabul gören Britanya himayesi gibi projeleri reddetmişti. Saltanat ve Hilafet kurumunu reddetmiyordu ancak İstanbul’daki hükümet, etkinliğini gösteremezse, Anadolu harekâtının hükümet şeklinde teşkilatlanmasını öngörüyordu. TBMM'nin yolu bu kongrede açıldı Delegelerin zor vardığı Erzurum’da eski idadi binasında yapılan kongrenin zabıtları hakkında kesin fikir sahibi değiliz. Daha çok hatırat kullanılıyor. Yazışmaların yayımlanmasıyla bilgi ediniyoruz ama Sivas Kongresi ve Ankara’daki Türk Büyük Millet Meclisi’nin yolu bu kongreyle açıldığını biliyoruz.
Kuvâ-yi Milliye hareketinin etkisini tasdik eden ve milli kuvvetlere moral destek olan bu kongrenin önemli bir noktası da, Mondros’tan sonraki işgal döneminde talepleri artan imparatorluk azınlıklarının can, mal ve ırzlarının korunacağı fakat kendilerine öngörülen imtiyazların verilmeyeceğidir. Önemli etnik çatışmaların meydana geldiği Erzurum ve civarındaki illerde bu ilke Doğu vilayetlerinin Kurtuluş Savaşı’na kazandırılması şeklinde kendini gösterecektir. Mesnetsiz ve sağlıksız görüşler ileri sürülüyor Anadolu’nun kurtulması ilk önce doğudan başladı ve batıya doğru uzadı.
Bazılarının ifade ettiği üzere “Keşke” diye abartılan “Yunan işgali muvaffak olsaydı” özlemi dahi Anadolu’daki hareketi söndürmeye yetmeyecekti. Birinci Dünya Savaşı’na geç girdiği için taze bir kuvvet olarak kalsa da küçük Yunanistan’ın Britanya’nın jandarma müttefiki olarak Anadolu’da kalması hayaldi. Bunu Yunan Genelkurmayı içinde Metaksas başta olmak üzere aklı başında komutanlar da belirtmişlerdi. Bizim tarih görüşümüz kahve sohbetlerinde bilgi noksanlığıyla devam ediyor ve maalesef sağda ve solda bazı mesnetsiz ve sağlıksız görüşler ileri sürülüyor.