İki yılı aşkın süredir Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, yayınladığı öykü kitapları ve çizdiği resimlerle ilgili olarak "Ben avukat ve siyasetçi olarak kimsem edebiyatta da aynı kişiyim" dedi.
Oggito'dan Haden Öz'e konuşan Demirtaş, "Dışarıyla olan duygu ve düşünce bağımızı koparmamak için hiperaktif bir motivasyonla sürekli okuyor, yazıyor, çiziyor, üretiyoruz. Bu da bizi iyi tutuyor, her daim. Hapiste 'yattığımız' yalan yani, dışarıdakinden çok çalışıyoruz burada" ifadesini kullandı.
Öz'ün yönelttiği sorular ve Demirtaş'ın bunlara verdiği yanıtlar şöyle:
- Merhaba. Sizden aldığımız her haber, tweet, söyleşi, beste, resim, fotoğraf, mahkemelerde verdiğiniz hukuk dersleri dışarıya umudu ve cesareti bulaştırıyor. Siz nasılsınız şu sıralar, nasıl hissediyorsunuz?
Gayet iyiyim, iyiyiz. Ben ve Abdullah Zeydan, dışarıdan aldığımız yoğun moral ve destekle birbirimize de iyi bakıyoruz. Sağlığımız da iyidir, ciddi bir sorunumuz yok. İyi olmayı ve iyi kalmayı bir görev addediyoruz âdeta. Dışarıyla olan duygu ve düşünce bağımızı koparmamak için hiperaktif bir motivasyonla sürekli okuyor, yazıyor, çiziyor, üretiyoruz. Bu da bizi iyi tutuyor, her daim. Hapiste “yattığımız” yalan yani, dışarıdakinden çok çalışıyoruz burada.
- Benim gibi birçok insan sizi öncelikle bir siyasetçi olarak tanıdı. Siyasi bir rehine olarak bir hücreye atıldıktan sonra sanatçı yönünüzü tanıdık ve bu yönünüz bugün itibariyle siyasetçi yönünüzle başabaş gidiyor kanımca, özellikle ikinci öykü kitabınız Devran ile birlikte. Ben biraz da sanatçı, edebiyatçı yönünüzü konuşmak isterim bu söyleşide. İlk öykü, şiir, beste veya resim çalışmanızdan bahseder misiniz?
İlk öykümü dışarıdayken –yanılmıyorsam bir Avrupa uçuşunda– uçakta yazmıştım, beş-altı yıl oluyor. Sonra uçakta ve karayolu seyahatlerimde yazmaya devam ettim. Dışarıdayken, oturduğum yerde yazdığım tek bir metin bile yok diyebilirim. Hem zaman olmuyordu hem de hareket halindeyken daha iyi motive olabiliyordum.
Bu öykülerin bir ikisini Sırrı Süreyya Önder’e okumuştum bir akşam. O da gerçekten beğendi, ki çok zor beğenir. Hemen o an, Barış Pirhasan’a mail atıp okuttu, benim yazdığımı belirtmeden. O da beğendi ve kimin yazdığını sordu. Benim yazdığımı öğrenince de Sırrı Süreyya Önder ile birlikte ikisi, yazmam için beni epey teşvik etti.
Ama yazamadım hapse girene kadar. Burada, hareketsiz bir ortamda da yazabilmeyi öğrenmem biraz zaman alsa da oldu neticede. Öykülerin tamamını havalandırmada tek başıma yürüyerek kurdum kafamda ve geceleri de sabaha kadar, yatağıma oturup yazdım.
Beste yapma hevesim ise üniversite yıllarımdan beri var. O zamandan bu yana, çok sayıda söz yazıp beste yaptım. Elbette en küçük bir müzikal alt yapım olmadan, amatörce yapılmış besteler hepsi de. Birkaçını dinliyorsunuz.
Resim de, ilk okuldan bu yana hevesle çiziktirip boyamalarımın bir devamı işte. Resim konusunda da aldığım bir eğitim yok. Hepsini kendimce çizip boyuyorum. Çoğunu da hatıra veya hediye niyetine yapıyorum. Ressam olmak gibi bir niyetim yok yani.
- Favori bir ressamınız var mı? Resim deyince aklınıza kim(ler) geliyor?
Resimle ilgim minimum düzeydedir diyebilirim. Mesela abim Nurettin bana göre daha iyi bir ressamdı. Hep benden iyi çiziyordu. İbrahim Balaban’ın resimlerini severim mesela. Sürrealizm, fütürizm, kübizm, pop art falan pek benim tarzım değil. Sargent, Da Vinci, Vermeeer, de Heem, Hassam, Foujita gibi ressamların resimlerine bakmak güzel mesela. Elimdeki sanat kitabından bakıyorum tabii, yoksa hiçbirinin gerçek bir tablosunu görmedim.
'BENİM DİNLEMEDİĞİM BİR MÜZİK TÜRÜ PEK YOK GİBİ'
- Üniversitedeyken bir müzik grubunuz varmış. Biraz bahseder misiniz? Ne tür müzik yapıyordunuz? Ne tür müzikler dinlersiniz? Asla dinlemem, dediğiniz bir tür var mı? Son olarak bağlama deyince aklınıza ilk gelen ne veya kim?
İzmir 9 Eylül Üniversitesinde Deniz İşletmeciliği bölümünde okurken, iki sene İnciraltı Öğrenci Yurdunda kaldım. (Sonra o okulu bırakıp Ankara’da hukuk eğitimine başlamıştım.) O yıllarda altı-yedi kişilik bir müzik grubu kurmuştuk. 1990-93’ten söz ediyorum. Grubumuzun yeterli müzik aleti de çalışma mekânı da yoktu. Okul ve yurt köşelerinde kendimizce müzik yapıyorduk. Halimiz içler acısı olduğundan, grubumuza Kürtçe “Koma Belengaz” (Grup Perişan) ismini uygun görmüştük, şakayla karışık. Öyle de kaldı isim.
Birkaç öğrenci eylemi ve anmada 'sahne' almışlığımız da vardı. Beste de yapıyorduk. Türkçe ve Kürtçe söylüyorduk. Ben hem bağlamacı hem solisttim. Benim dışımda, bağlama çalan bir arkadaşımız daha vardı; bir flüt, bir davul, bir de gitarımız vardı. Daha çok özgün müzik yapıyorduk. Gayet de iyiydik aslında. Sonra hayat her birimizi bir yere savurdu. Grubun üyelerinin hiçbiriyle şu anda diyaloğum yok. Neredeler, ne yapıyorlar bilmiyorum. Belki bir gün toplarız grubu yeniden. Vefalı olanlarla, hatıralara sadık olanlarla tabii.
Benim dinlemediğim bir müzik türü pek yok gibi. O andaki ruh halime göre blues'dan country ve caza, dengbejlerin klamından özgün müziğe, halk müziğinden arabeske kadar bütün müzik türlerinden sevdiğim parçalar var. Makam araçlarında ya da kendi arabamda, telefonumda her türden binlerce parçanın yüklü olduğu hafıza kartlarım vardı. Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere seyahatlerimde bazen canlı performansları izleme fırsatı da bulabiliyordum. Türkü kafelerde halk müziği ve özgün müzik dinlemekten çok keyif alırdım. Eşim Başak ile son yıllarda bile Fikrim’e, Kibele’ye tebdili kıyafetle gizli gizli gitmişliğimiz vardır.
Bağlama deyince aklıma hemen Abdullah Zeydan geliyor. Çünkü üç yılda o da öğrendi çalmayı. Artık ciddi ciddi türkü çalıyor bize. Tabii Arif Sağ, Ender Balkır, Erdal Erzincan, Güler Duman ilk aklıma gelenler. Profesyonel düzeyde bağlama virtüözü olarak da Çetin Akdeniz’i hatırlıyorum.
Aslında say say bitmez de, neticede elinde bağlama olan, güzel insandır bence. Bütün halk ozanları istisnasız güzeldirler. Diyarbakır’daki Dicle Fırat Kültür Merkezinden Hacı ve Azad çok iyi bağlama sanatçılarıdır mesela. Bir de cezaevindeki bağlama kursu hocamız ve infaz koruma memuru İhsan Hoca’yı da unutmayayım.
- Öykü kitabınız Devran'a gelelim. Kitabın ilk öyküsü "Gün Olur Devran Döner"de Devran’ın babası Hasan Sürgücü'nün bir anda Hasan Amca’ya dönüşmesi karakterle aranızdaki mesafeyi bir anda kaldırdı benim için. Devran'ın anne babasının oğullarının öldürülmesinde parmağı olan birini 'ama’sız ağırlaması da düşündürücü bir nokta. Bir öfke, kızgınlık belirtisine dair bir şey yok. Öte yandan Salim Bey’in yirmi beş yıl sonra, vicdanını alıp bir yolculuğa çıkmasını insana dair umudunuz olarak okudum ben. Ne dersiniz?
Kanımca, kendi öykülerimin mesajını yorumlamak bana düşmez. Ben kendi mesajımı, yazarak vermeye çalıştım zaten. Her okur, kendi durduğu yerden ve kendince alır mesajı. Öykülerimin her okurda farklı duygu ve düşünceler yaratması da işin doğasında var. Kitabı yayınlamakla birlikte bitti benim mesaj verme işim; gerisi okura ait.
Kim ne düşünürse odur mesaj, ben bunu değiştiremem. Hepsine de saygı duyarım ancak. "Devran" öyküsünden “umudu” okumuş olmanız, benim vermek istediklerimdendi bu arada.
- Kitaptaki on dört öykünün karakterlerine ve seçtiğiniz konulara baktığımda çok geniş bir yelpaze. Atanamayan öğretmen, iş bulamayan mühendis, fabrika işçileri, AVM çalışanları, mevsimlik işçiler, yoksul köylüler, işsiz gençler gibi sistemin bir şekilde tokadını yiyen çocuklar, kadınlar, erkekler... Kitabı bitirirken sizin yanılmıyorsam Van’da yaptığınız bir mitingde, “Demirtaş ben değilim, sizsiniz siz” dediğiniz konuşma aklıma geldi. Yıllarca insan hakları, özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesi vermiş bir avukat ve siyasetçi olarak yaptığınızı şimdi edebiyatla mı yapmaya çalışıyorsunuz?
Elbette ben avukat ve siyasetçi olarak kimsem edebiyatta da aynı kişiyim. Yaşamın her anı, bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Benim bir tek hayatım ve bir tek kişiliğim var, ne yapsam yansıyan budur neticede. Öykülerim de tıpkı İHD veya HDP gibidir. Farklılıklarımızla bir arada, zulme karşı ezilenin yanında ve elbette yeni yaşam için dirençle.
- "Baran’ın Beşiği"nde yoksul Kürtleri, mevsimlik işçileri okuyoruz. Bu öyküde kendi partinize de bir belediye başkanı üzerinden eleştiriniz var. 2017 yılında Artı Gerçek’te Fehim Işık ile yaptığınız ‘mektup-söyleşi’de “Duygu ve düşüncelerinizi sanat ve edebiyat aracılığıyla dile getirerek de siyaset yapmış olursunuz. Daha doğrusu siyaset yapmanın bir başka biçimini hayata geçirmiş olursunuz. Benim için önemli olan, çok başarılı sanatsal ürünler ortaya çıkarma kaygısı değildir. Bizzat buna "cüret" etmektir önemli olan.” demiştiniz. Öyküleriniz, besteleriniz, resimleriniz siyasete dahil mi? Ya da şöyle sorayım: Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?
Kesinlikle. Angajeyim ve politiğim. Ötekinin ve ezilenin, yani çoğunluğun avukatı, siyasetçisi, edebiyatçısıyım. Daha özgür, onurlu, mutlu bir yaşam için mücadele alanları olarak görüyorum bu alanları. Bu mücadeleyi yürütebildiğim için de özgür, onurlu ve mutlu hissediyorum kendimi. Yani amaç ve ona ulaşmak için kullandığım araç iç içe geçmiş durumdadır bende.
'GİTTİ HAPSE GİRDİ'
- "Dedemin Kırallığı" öykünüz film tadında bir öykü. Acaba bu öyküyü Sırrı Süreyya Önder filme çeker mi ya da şöyle sorayım: Bir senaryo çalışmanız var mı?
Senaryo yazmayı bilmiyorum. Bilseydim denerdim. Sırrı Bey iyi bir senarist ve yönetmen. Beni burada ziyaretinde bu konuyu konuşmuştuk. Yani benim bir öykümden senaryoya ve filme giden bir projeyi. Ben çıkınca öyküyü yazacaktım, o da senaryoya aktarıp filmini çekecekti. Gitti hapse girdi, ne yapayım ben şimdi.
Tez zamanda çıkar umarım. İnanılmaz derecede yeteneklidir ve bence Türkiye onun sanat yeteneğini henüz tam olarak görebilmiş değil. İleride Cannes’da veya Oscar ödül töreninde “goes to Sirri Sureyya Onder” lafını duymaya hazır olun derim.
Sırrı Süreyya Önder büyük bir fedakarlık, yoldaşlık ve dayanışma örneğidir bizim için, hep de öyle kalacak. Sinema ve edebiyata da katacağı daha çok şey var. Ben de sabırsızlıkla romanını bekliyorum. Sanırım romanıyla da Nobel almaya niyetli. İşte böyle de bir huyu var, bütün ödülleri illa o alacak. Misal ben hapse girdim, kıskanıp o da girdi hemen. Ne de olsa sanatçı kaprisi deyip anlayışla karşılıyorum. Bunları duysa 'tayinini' Edirne’ye aldırır hemen. Seviyoruz, selam yolluyoruz Sırrı Abêmize.
- Theodor W. Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır”, der. Bunu şöyle anlıyorum: Orada katledilen insanların hikâyelerini bir sanat eserine konu ederken, o yakıcı hakikatlerinden koparıp kaba bir gerçekçilikle ve belki de o barbarlığı tekrar insanlığa yaşatacak şekilde sanat eseri üretmek barbarlıktır. Siz hem Seher’de hem de Devran’da Cizre bodrumlarındaki vahşeti birer öyküyle yazdınız. Öyküleriniz barbarlığı, Adorno’nun söylediği anlamda (veya benim anladığım anlamda diyelim), barbarlığa düşmeden anlatıyor. Bu öykülere dair özellikle o vahşete tanıklık etmiş, o barbarlığı yaşamış insanlardan dönüşler aldınız mı?
Mektupla ve avukatlarım aracılığıyla çok sayıda dönüş aldım. Hepsi de çok kıymetlidir benim açımdan. Ben Sur ve Cizre’ye dair hiçbir şey konuşmadım, yazmadım daha. O kadar derin ki içimde, deşmekten korkuyorum. Hapishanedeyken yazamıyorum. Yazamıyor, ancak değinmekle yetiniyorum. Ancak bilinmeli ki, ne o vahşeti unutacağım ne de o onurlu duruşları. Bir gün layıkıyla yazabilirim belki.
- Yazarken ne kadar özgürsünüz, sınırlarınız var mı? Siyasetçi kimliğinizin size dur dediği durumlar, konular, karakterler oldu mu/oluyor mu?
Temsili konumda siyaset yapmış olmanın yarattığı bolca sınırlayıcı var elbette. Temsil ettiğiniz kitleleri, siyasi iradenin hassasiyetleri, yazarken de konuşurken de sınırlayıcı bir unsur haline dönüşüyor. Bunu bir yakınma olarak değil, tespit olarak söylüyorum. Nihayetinde temsili siyaset benim tercihimdi. Dolayısıyla her türlü “sınırlayıcı” yönünü de kabullenmem gerek, “konforunu” kabul ettiğim gibi.
Yazdığım her öyküde ve yazmakta olduğum romanın her satırında bu sınırlayıcıyı hissederek ve buna dikkat ederek yazdım, yazıyorum. Bu bir realite ve şimdilik bundan kaçış yolu yok. Çok daha ileride, belki daha özgür kelimelerle ve daha özgür karakterlerle anlatabilirim öykülerimi. Düşünün, aşık olan karakterleri doğru dürüst öpüştüremedim bile daha. Romanımda birazcık öpüşürler belki.
'ÖYKÜLERİMİ YERDEN YERE VURAN YAZILAR BİLE İYİ GELDİ BANA'
- İlk öykü kitabınız Seher çok beğenildi, birçok dile çevrildi. Kitapçılara girdiğimde Devran’a bakıyorum, hep çok satanlar rafında görüyorum. İki kitaba dair yazılanları şöyle düşündüğümde Devran’da bir yazar olarak dil ve üslup açısından geliştiğinize dair görüşler çoğunlukta. Eleştiri bu coğrafyada ne yazık ki yergi ya da övgü olarak algılanıyor. Bir eseri bütün yönleriyle, artıları ve eksileri ile elen alan eleştiri yazılarına pek sık denk gelmiyoruz ne yazık ki. Sizin için eleştirinin anlamı nedir? Seher’e ve Devran’a dair aldığınız (mektupla veya avukatlarınız aracılığıyla) eleştiriler var mı?
Edebiyat eleştirmenleri ve okurlardan çok sayıda yorum ve eleştiri yazısı okudum. (Bu arada, şimdiye kadar tek bir okurumla yüz yüze gelebilmiş değilim. Ailemi ve avukatlarımı okurdan saymıyorum tabii) Hepsi de gerçekten hem çok heyecan verici hem de çok öğretici oldu. Öykülerimi yerden yere vuran yazılar bile iyi geldi bana. Ama ekseriyetle olumlu yorumlarla karşılaştım.
Her biri, bana öykülerimin farklı yönlerini, yüzlerini gösterirken nasıl yazmam gerektiği konusunda da yol gösterici oldu. Seher’den Devran’a edebi nitelik biraz artmışsa okur eleştirileri ve edebiyat eleştirmenlerinin katkısıyla olmuştur bu.
- Bir yazar ne kadar çok okunursa okunsun özellikle yazdıklarını okumasını istediği veya okuyup okumadığını merak ettiği biri veya birileri vardır, diye düşünüyorum. Katılır mısınız bilmem ama yine de sormak istiyorum: Var mı sizin için özel bir okur? Eşiniz Başak Demirtaş, kızlarınız Delal, Dılda veya başka biri(leri)?
Öykü ve roman taslaklarımın tamamını öncelikli olarak Başak okudu. Zaten el yazmalarımın hepsini postayla ona gönderiyorum. Kitap çıktıktan sonra da en çok onun yorumlarını merak ediyorum. Çünkü beni en iyi tanıyan kişi odur. Kitapla beni bir arada yorumlama gücü de doğal olarak ondadır.
Kızlarımız kitaplarıma yeni yeni ilgi göstermeye, öykülerimi anlamaya başlıyorlar. Hatta roman taslağı hakkında öneriler bile yapıyorlar artık. Anneleri öykü taslaklarına destek sunmuştu, şimdi de “üçlü kızlar çetesi” olarak roman taslağı üzerinde çalışıyorlar. Buna çok seviniyorum tabii, mutlu ediyor beni.
Oda arkadaşım Abdullah Zeydan ise taslağı ilk okuyan olmasına rağmen kitabı en son okuyanlardan oluyor maalesef. Çünkü kitap cezaevine, elimize ulaşana kadar iki üç hafta, bir ay geçmiş oluyor.
Doğrusu okurlar arasında en küçük bir ayrım hissetmiyorum. Okuyan herkese içten bir sevgi, saygı duyuyorum. Kitabımı okumadan yorum yapanlar hariç, okumayanlara da saygı duyuyorum.
- Bugüne kadar okuduğunuz öyküler içinde zihninize kurulmuş ve ömrünüz boyunca hiç aklınızdan çıkmayacak bir öykü veya öyküler var mı?
Yakın zamanda okuduğum Fakir Baykurt’un “Can Parası” tam da böyle bir öykü. İnsanın içini acıtan, isyan duygularını kabartan, hakikatin capcanlı bir resmi gibi bu öykü.
'ROMANI YAZMAYA BAŞLAYALI BİR YIL OLDU'
- Sonbaharda bir romanınızın çıkacağını paylaşmıştınız daha önce. Özellikle twitter üzerinden paylaştığınız resim çalışmalarınız dışında var mı çalışmalarınız? Bir resim sergisi, bestelerinizi bir arada dinleyebileceğimiz bir albüm çalışması (elbette siyasi rehineliğiniz son bulmadan koşullarınız buna el vermez sanırım. Kim bilir belki bir ketıl da bunun için icat edersiniz) veya bir başka edebi, sanatsal çalışmanız var mı?
Resim çalışmalarımı atölyede yağlı boya, odada kara kalem olarak yapmaya çalışıyorum. Kaç resim yaptığımı hatırlamıyorum doğrusu. Ben bilmem, eşim bilir. Hepsini ona gönderiyorum. İçeride şimdiye kadar 16 beste yaptım. Bir gün fırsat olursa hepsini bir albümde toplamayı çok isterim tabii.
Roman üzerinde ise halen çalışıyorum. Aslında Devran’dan önce yazmaya başlamıştım. Ama arada vazgeçip Devran’ı yazdım, sonra geri dönüp romanı tamamladım. Bir yıl oldu neredeyse, romanı yazmaya başlayalı. Bir türlü emin olamıyorum, içime sinmiyor. Bazen çok iyi olmuş gibi hissediyorum, bazen tersi. Yayımlanırsa eğer, siz verirsiniz hükmünüzü artık.
Şimdilik bu kadar. Bir de, otuza kadar top sektirebiliyorum ayakla, ama o sanat sayılmaz herhalde.